Heybedeki Kitap: İnsanlık Uğruna

Yazar Mehmet Gören'in 'İnsanlık Uğruna' adlı romanı; doğduğu yere olan bağlılığı, doyduğu yere duyduğu bağlılıktan fazla olan bir kahramanın hayatını anlatıyor. Gurbette çalışan bir ırgatın annesinin ölümüyle değişen hayatı, insanlık dersi verecek nitelikte kaleme alınmış. Özgü Yayıncılıktan çıkan kitap, 224 sayfadan oluşuyor.

Kitabın sayfasını açıp da ilk satırlara göz attığımda bir aksiyon ve korku filminin içinde buldum sandım kendimi. Gecenin sessiz karanlığı, ıssız bir orman, nereye gittiğini bilmeyen; kendinden geçmiş bir adam... Birkaç sayfa okuduktan sonra anladım ki bu kişi romanımızın kahramanı Veysel! Kahramanımız, anasının hasta olduğu mektubunu alır almaz yaşadığı duygu yoğunluğu nedeniyle kendini yollara atar. Başından geçen bir kazanın ardından orman kulübesinde iyi bir aile ile yolu kesişir. Birkaç talihsizlik yaşasa da köyüne dönmeyi başarır. Veysel, kısa bir süre sonra hasta anasını kaybeder. Köydeki babadan kalma varını yoğunu satar, acısını unutmak için gurbete gitmek ister. Tam otobüse bineceği sırada asker arkadaşı Ahmet ile karşılaşır. Onu gitmekten alıkoyan arkadaşı Ahmet, aynı çiftlikte çalışmayı teklif eder. Romanın kahramanı asker arkadaşını kıramaz ve asıl hikaye o zaman başlar. Artık Veysel’i çok iyi bir çiftlik sahibi, gaddar bir Kahya ve adamları, zulme tahammülü kalmamış ırgatlar ve Kahya’nın dünyalar güzeli kızı beklemektedir. Çiftlikte işe başladığı ilk zamanlarda çiftlik sahibinin hayatını kurtaran Veysel, kısa zamanda çiftliğin en çok konuşulan ismi olur. Kahya’nın zulmüne karşı dik duran ve her fırsatta işçileri kollayan kahramanımız, artık işçilerin umut bağladığı gerçek bir kahramana dönüşür. Geçirdiği kaza nedeniyle çok sevdiği çiftliğine gelemeyen Avukat Durdu Mehmet Bey’in çiftlikte olup bitenlerden haberi yoktur. Patronun yokluğunu fırsat bilerek işçileri yıldırmaya çalışan Kahya ve adamlarının en çok korktuğu Veysel, bir taraftan sabrı tükenen işçileri dizginlemeye çalışırken bir taraftan da gönlünü dizginlemeye çalışmaktadır. Kahya’ya karşı büyük bir nefret duyan Veysel, babasıyla zıt karakterlere sahip Kahya’nın küçük kızı Büşra’ya da o denli sevgi beslemektedir. Kalbi Büşra diyor fakat babasını düşündükçe aklını dinliyor ve bu aşkın umutsuz olduğuna inanıyordu.


Kitaba başlamamla bitirmem aynı gün içinde oldu. İddialı bir girişten sonra ne olacağına yönelik duyduğum merak, beni kitabın son sayfasına kadar götürdü. Sade bir dil sezinlediğim kitabın betimlemelerinde yer yer Türk sinemasından izler gördüm. Hatta kitabın bazı bölümlerinde olaylar kendi etrafımda cereyan ediyormuş hissine kapıldım. Yer yer de Peyami Safa’nın karmaşık ruh hallerinin tahlilinde kullandığı duygusal yorumlamalar gözüme çarptı. Yazar işlemek için sağlam bir hikâye seçmiş. Anlatılanlar gerçek hayata çok yakın. Kurgu güzel, yazar kahramanı büründürmek istediği karakterle bütünleştirmeyi başarmış. Fakat kitabın son sayfasına geldiğimde yazarın, Kahya’nın dünyalar güzeli kızı Büşra’ya haksızlık ettiğini düşündüm. Babasıyla zıt karakterde bir kişiliğe sahip olan Büşra, bence aradığı mutluluğu Veysel’de bulmalıydı. Veysel ile Büşra arasında filizlenen bir aşk, muhteşem manzarasıyla görenleri büyüleyen çiftliğe yakışır diye düşünüyorum. Kim bilir belki yazarın hayal dünyasında şekillendirdiği insanlık aşkı daha ağır bastı ve beşer aşkını gölgede bıraktı. Belki de yazar da bizim gibi düşündü ve ikinci bir kitabını Veysel ile Büşra üzerine kurmaya hazırlanıyor. Bana kalırsa mutlaka devamı gelmesi gereken bir kitap. Yazarımızın yüreğine gönlüne sağlık, insanlığa en çok ihtiyaç duyduğumuz bu zamanda böyle bir kitap kaleme aldığı için…


ALTI ÇİZİLİ SATIRLAR

Sessizlik ve karanlık, beraberinde daima korkuyu getirir. Ellerimi saçlarımın arasına sokarak derin bir “oh” çektim. Anacığımın durumunu düşündükçe benliğimi bir titreme tutuyordu. Onu tek başına köyde bırakıp gurbette çalışmaya geldiğim için kendimi hiçbir zaman affetmeyecektim.

İnsan sevdiklerinden ayrı kalmasa da gurbetin yolunu tutmasa da ayrılıklar dünya döndüğü müddetçe olacak hep. Ayrılık hüznü insanın yüreğine balyoz gibi iner, paramparça eder. Ufalanmış parçaları toplayamazsın, toplasan da tekrar birleştiremezsin. Darmadağınık bir vaziyette, her parça bir yerde. Yanık yürek, kavrulan beden, akan gözyaşı…

Bazen göz kapaklarım kapanıyor, uykuya daldığımda ya gök gürültüsü ya da hızlı çakan bir şimşek gözlerimin açılmasına neden oluyor. Vücudumu bir titreme kapladı, kalbim hızlı hızlı gümbürtüyle göğsümü dövmeye başladı, soluk alıp vermemde bile bir tuhaflık vardı sanki. Duyduğum boğuk bir sesin rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalışıyordum.

Avukat Bey’in yaşamış olduğu bu olayı eşi Emine Hanım televizyondan öğrendiğinde yere yığılıp kaldı. Uzun süre kendine gelemedi. Yarı baygın halde telefonun avizesine yöneldiyse de kollarını kaldıracak dermanı kendisinde bulamadı. Ellerini halının üzerinden kaldıramadı bile. Çocuğunun ağlama sesini duyması gücünü toplamasına biraz katkı sağladı ama bütün çabasına rağmen yine de yerinden doğrulamadı.

Islaklığa aldırış etmeden hayatımın bütün ayrıntılarını gözden geçirdim istemeyerek de olsa! Mazi ile uğraşmaktan ne zaman vazgeçecektim. Düşüncelerimi başka tarafa yöneltmeye çalıştıysam da başaramadım. Kurtuluş yoktu maziden, hep geriden takip ediyordu insanı. Acıların ve dertlerin yumak yumak olduğu, gözlerin hıçkırıklarının boşluğa saplandığı ürkütücü bir sahradır mazi. Uflaya puflaya sayfaları çevirirsin birbiri ardı sıra. Yaşadığın iyi ve kötü anıları yeniden yaşarsın ruhunun derinliklerinde. Kederli ve hüzün dolu anılardan sayfa sayfa atlar, bir konudan diğerine geçersin.

Bir engele takılıp sendelediğinde bir yardım eli arıyorsun çevrende. Tutup kaldırılmayı beliyorsun uzun süre. Etrafında elinden tutup kaldıracak kimseciklerin olmadığını gördüğünde, gerçek yıkılmışlığın ne olduğunu anlıyorsun. Düşüp kalkabiliyorsun bu yıkılmışlığın ardından ama o anlarda neler çektiğini bir Allah biliyor bir de sen!

Odama girdim sabırları bitme noktasına gelen bu insanlar, bana umut bağlamışlardı. Oysa ben çiftlikten gitmek için fırsat kolluyordum. Bu güvenlerini sarsmak onlar için ikinci bir yıkım olurdu. Yine ikilem içinde kalmıştım. Eğer çiftlikten gidecek olursam o insanlara ihanet etmiş, kalırsam da kendime ihanet etmiş olurdum. Yıllardan beri burada emeği geçen insanların bir anda çiftliği terk edip gitmelerine gönlüm razı olmazdı.

Hayatın gerçekleri bırakmıyordu insanın yakasını. Nerede olursan ol, bu gerçeklerden kaçmanın imkânsızlığı karşısında yenik düşüyorsun. Geminin kendi rotasında gittiği gibi olayları da kendi seyrine bırakmak en iyisiydi.

Tam tamına üç yıl hapis yattım. Günler orada asırlar gibiydi. Dört duvar arasında gökyüzüne hasretsin. Özgürlüğün elinden alınmış, gardiyanların kölesi oluyorsun. Esasında hayat her yerde aynı… Burada Kâhya, orada gardiyanlar, başka bir yerde başkaları. Ezilenler ve ezenlerin isimleri ve mekânlar değişiyor sadece.

Kaplumbağayı bırakmaya niyeti yoktu. Zor kullanmaktan başka çarem kalmamıştı. Elinden kaplumbağayı aldım ve ayaklarının üzerine bıraktım. Olanca gücüyle ağlamaya başladı. Ağlama sesinden birkaç dakika sonra Kâhya’nın küçük kızı geldi. İlk defa bu kadar yakından görüyordum. Kalbimin gümbürdeyerek attığını hissettim. Bedenimde bir çöküntü yaşadım. Kardeşinin yanına giderek; “Niçin ağlıyorsun” diye sordu. O da beni göstererek: “Bu ırgat parçası benim kaplumbağamı aldı” dedi.

Gözüm ara sıra Kâhya’nın evine kaymıyor değildi. Onu karşımda ilk defa gördüğümde son derece şaşırmıştım. Bu güzel yaratık bütün düşünme yeteneğimi alt üst etmişti o anda. Olağanüstü bir sevinç içerisindeydim. Sıcağın altında dondurmanın eridiği gibi onun karşısında eriyordum. İlk defa konuşmuştuk karşılıklı. Ona bakıyor ve baktıkça daha da yürekleniyordum. Bana canlılık veriyor, her sözüyle beni bir mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Ruhum büyük bir sevgiyle dolmuş ve dünyanın en mutlu insanı olmuştum o an. Gözlerimiz bir an birbirine temas ettiğinde elmas parçası gibi olduğunu gördüm.

Biz, çatının enkazını kaldırmaya devam ederken şimşekler de çakmaya devam ediyordu. Yağmurla birlikte rüzgâr da hızını artırmıştı. Ahırın içi su göletine dönmüştü. Seyisi kurtarmaya çalışırken atlar acı içinde kişniyorlardı. Kâhya’nın kızının beyaz yeleli atı da ahırın içindeydi. O, sürekli bu ata biniyordu. Kim bilir şimdi ne kadar üzülecekti?

Kulübenin önünde kapıya sırtımı vererek etrafı seyre daldım. Çiftliğin üstünde kara bulutlar yeniden dolaşmaya başlamıştı. Dışarı gündüz aydınlığından ziyade gece karanlığını andırıyordu. Sis ve bulutlar, karşıki dağları görünmezlik zırhına bürümüştü. Amcanın geçmişindeki o acı dolu günleri tekrar yaşayıp gözyaşına boğulmuş olması aklımdan çıkmıyordu. Esasında ben de ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. İnsanın yemeye ve içmeye ihtiyacı olduğu gibi ağlamaya da ihtiyacının olduğuna inanıyorum.

Gözbebeklerinin altı şişmişti ağlamaktan. İnsan aklının alamayacağı kadar büyük bir acının girdabında dönüp duruyordu. Bütün benliğiyle bu acıları bertaraf etmeye çalışsa da bunun mümkün olmadığını anladığında, yenik düştüğünü kabullenmekten başka çaresinin olmadığı kanaatine varıyordu. Çünkü yalnızlığın boşluğunda tepetaklak yuvarlanıp uçurumun derinliğine doğru düştüğü hissi ağır basıyordu. Umutsuzluk, körük gibi işliyordu içine. Körük çekildikçe içindeki ateş alevleniyordu volkana dönüşürcesine. Filizleri açılmış bir çiçek gibi yeniden hayata başlamayı, çiçeklerin üzerine konan bir kelebek veya otların arasında ceylanvari seken küçük kuzular gibi özgür olmayı arzuluyordu.

Kerim Bey, arabası ile bir süre ana yolda gittikten sonra orman yoluna saptı. Sivil polisler de geriden takiplerini sürdürüyordu. Yarım saate yakın orman yolundan gittikten sonra bir kulübenin önünde arabasını durdurdu. Elinde para çantası ile arabasından inerek kulübeye doğru yöneldi. Kulübenin gıcırdayan tahta kapısından içeriye girdi. İçeride iki kişi vardı. Bunlar; Suna Hanım’a Kerim Bey’i soran kişilerdi.

Kâhya’nın bu saltanattan kolay vazgeçeceğine ihtimal vermiyordum. Bu yüzden de sinsi planlar yaptığına emindim. Doğrusunu söylemek gerekirse bu acayip sıkıntının bende yarattığı sarsıntının bu kadar etkili olacağına, şu anki halimi yaşamasam kendim bile inanmazdım. Bunun nedeni ise Kâhya’nın çok tehlikeli bir kişiliğe sahip oluşuydu.

Sesimi çıkarmadan Avukat Bey’in evine doğru adımlarımı atmaya başladım. Avukat Bey niçin çağırmıştı beni? Her attığım adımda bir soru soruyor, diğer adımda ise ona cevap bulmaya çalışıyordum. Avukat Bey’in kapısının önüne vardığımda bir an durakladım, birkaç dakika elim kapının tokmağında öylece kaldıktan sonra çaldım.

Dünyada sıkıntısız gün var mı? Hz. Süleyman (a.s.) “Dünyada bir gün rahat edeyim” demiş. Merdivenlerde asasına yaslanmış, dinleniyor sandıkları için de hiç kimse rahatsız etmemiş. Ancak asasını karıncalar yediğinde yere düştüğünü görüp bakıyorlar ki rahmetli olmuş. Bir gün dünyada rahat edeyim demiş, mübarek, o gün de ölüm gelmiş.

YAZARIN GÖZÜNDEN İNSANLIK UĞRUNA KİTABI

1998 yılında İskenderun Milli Eğitim Müdürlüğü’nden Kahramanmaraş Valiliği’ne naklen atandım. Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğünde şahsıma verilen görevleri yaptıktan sonra boş vaktim kalıyordu. Akşamları ise saatlerce televizyon karşısında zaman geçiriyordum. Televizyon kanallarına köle olmuştum adeta. Fazla televizyon izlemenin hantallığa sevk ettiğini ve baş ağrısı yaptığını fark ettim. Hem sağlık elden gidiyor hem de boş vakit. Ben çalışmayı seven biriydim. Onun için iş yerindeki boş vaktimi ve evde televizyon karşısında geçen zamanımı kitap okuyarak değerlendirmeye karar verdim. Kitap okudukça zihnim açılıyor ve huzurla doluyordum. Kitap okumaktan büyük haz alıyor, yeni şeyler öğreniyordum. Haftada bir roman okumaya başlamıştım. Bir gün kendi kendime “ben niçin yazmıyorum” dedim ve “İnsanlık Uğruna” adlı kitabımı yazmaya böylelikle başlamış oldum. “İnsanlık Uğruna” adlı romanımı genelde gece yazdım. O gecenin sessiz sakinliğinde hafif bir müzik melodisi eşliğinde harfleri kelimelerle birleştirip, yazmaya başlıyorsun. Bazen gece geç saatlere kadar yazdım. Hatta sabah namazını kılıp yattığım oldu. Okuyucular yazdığın kitap hakkında yorum yaptığında bütün o yorgunluklar unutuluyor ve yeni şeyler yazmaya karar veriyorsun o anda. Okuyucumun biri yanıma gelerek “Mehmet Bey romanınızı okuduktan sonra kitap okuma müptelası oldum” dedi. İnsanları okumaya sevk etmek ve yazdıklarımın okunduğunu bilmek mutluluk verici. Roman yazarken içinde yaşıyorsun adeta. Roman kahramanları ailen gibi. Onlar üzülünce üzülüyor, sevinince seviniyorsun. Romanda yaşanan mücadelenin içindesin. Zaten, romanlar gerçek hayat kesitlerinden alıntı değil mi?  Hatta yazarken bazen kendi kendime güldüğüm ve ağladığım dahi oldu. “İnsanlık Uğruna” adlı kitabımı 4 yılda bitirdim. Kitap yazmak kolay değil. Okuyucuya sunduğun eseri dikkatle ve özenle yazıp, inceleyeceksin. Noktalama işaretlerine ve cümle kullanmaya kadar yazım kurallarına dikkat edeceksin. Yazma hata kabul etmez. Ayrıca, bilgi dağarcığın geniş olacak. Bir bilgi birikimi olmadan roman yazılmaz. Başarılı olmak için çok çalışmak gerekir. Bütün mesleklerde başarıyı yakalamış kişiler tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelmişlerdir. Tembelliğe yer yok. Yaptığın işi seveceksin. Uykusuz kalacaksın, binbir türlü zorlukları göğüsleyeceksin, özveride bulunacaksın ki başarıyı yakalayacaksın. Başarı yakalamak uzun ve meşakkatli bir yoldur. Sabır ister. Yılmadan mücadeleye devam edeceksin. Yorulmayacaksın, bitkin düşmeyeceksin ve heyecanını kaybetmeyeceksin. Yazar aynı zamanda yürekli olmalıdır. Dik durabilmelidir. Objektif olmalıdır. Etkili yazmalıdır. Ahlaklı olmalıdır. İnsanlara; iyiliği, güzeli, sevgiyi, saygıyı, ahlak ve insan olma duygularını yansıtmalıdır romanında. Yazar ve şairlerine değer veren ve sahip çıkan toplumlar hep gelişmiştir. Gelişmiş ülkelerdeki kitap okuma oranı oldukça yüksektir. Maalesef bizim ülkede kitap okuma oranı çok düşük.  Çocuklar ve gençlerin; televizyon, internet, bilgisayar ve cep telefonu kullanımı azaltılmalı, kitap okuma alışkanlığı kazandırılmalıdır. Okumak insanı ruhen rahatlatır, huzurlu ve mutlu kılar. Gönül coğrafyası genişler, insana ve doğaya bakış açıları değişir. İnsani ve ahlaki değerleri artar. İnce ruhlu olurlar. Bize bu imkânı sunan sizlere ve Kahramanmaraş Bugün Gazetesi’ne teşekkür ediyorum.

MEHMET GÖREN KİMDİR?

1967 yılında Kahramamaraş’ın Afşin (Eshab-ı Kehf Şehri) ilçesinde doğdu. Uzun yıllar matbaalarda mürettip olarak çalıştı. Yerel ve ulusal gazetelerde muhabirlik yaptı. Memuriyet hayatı 1992 yılında Afşin Belediyesi’nde başladı. 1993 yılında İskenderun Milli Eğitim Müdürlüğü, 1998 yılında Kahramanmaraş Valiliği Basın-Halkla İlişkiler, Dernekler ve Planlama Müdürlüklerinde çalıştım. 2008 yılında Ankara’da yapılan görevde yükselme sınavını kazanıp, K.Maraş Merkez Nüfus Müdürlüğüne Şef olarak atandı. Kasım–2011 tarihinde yine Ankara’da yapılan görevde yükselme sınavını kazanıp, 06.01. Ocak 2012 tarihinde Adıyaman-Tut Kaymakamlığı İlçe Yazı İşleri Müdürlüğü’ne atandı. 2014 yılının Haziran ayından beride K.Maraş’ın ilçesi Göksun’da Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürü olarak görev yapmaktadır. Anadolu Üniversitesi Halkla İlişkiler ve İşletme Bölümünü bitiren yazar, evli ve 3 çocuk babasıdır.

YAZARIN YAYIMLANMIŞ ESERLERİ

“İnsanlık Uğruna” (2006) ve "Hüzün Bulutları" (2012) adlı romanları, “Geçmişten Geleceğe” (2015) adlı röportajlar kitabı, “Ashab-ı Kehf Afşin-Efsus” (2016) adlı kitabı ve resim sergisiyle desteklediği “Fotoğraflarla Göksun” (2015) adlı kitabı yayımlandı. Yaşanmış hikâye kitabı ile Kahramanmaraşlı şair ve yazarlarla ilgili röportaj çalışması basım aşamasındadır. www.mehmetgoren.com/ adlı Kahramanmaraş ve ilçelerini tanıtıcı sitesi bulunmaktadır. (HAZIRLAYAN: KENAN ONARAN)