Gazetecilik mi? İnsanlık mı? (4)


GÜNEŞ GAZETESİ, MEHMET ALİ YILMAZ VE ASİL NADİR DÖNEMİ

Hürriyet Gazetesi’nde yurt masası görevlisiyken, o yıllarda Mehmet Ali Yılmaz tarafından kurulan Güneş gazetesi güçlü bir rakip olarak basın sektörüne girdi. Hürriyet gazetesi ile yarışır duruma gelmişti. Baba gazeteciler tranfser ediyordu. O yıllarda bana da bir teklif geldi. O dönemde Güneş Gazetesi Bölge Müdürü olan Bülent Ulukan, “sen yurt muhabirlerine hakimsin, burada da bu görevi sana vereceğiz” dedi. Güzel de bir maaş teklif etmişti.

1987 yılının sonlarına doğru “okulum” olan Hürriyet Gazetesi’nden ayrılıp, Güneş Gazetesi’ne geçtim. Orada da yurt masası sorumluluğunu üstlendim. Tüm görevim, bölge müdürlüğüne bağlı olan Mersin, Osmaniye, Hatay, Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Gaziantep ve diğer illerin yurt muhabirlerinden haberleri alıp, düzeltmekti. Onları haber konusunda da yönlendiriyordum.

İşimi öyle çok sevmiştim ki hayalim olan Hukuk Fakültesi aklımın ucundan bile geçmez olmuştu. Ben aslında gazeteci olmak için yaratılmışım. Çünkü, işimi hep severek yaptım, halen de ilk günkü heyecanla yapmaya devam ediyorum.

Güneş Gazetesi’nde de hep mutfakta çalıştım. Daha sonra gazete Asil Nadir tarafından satın alındı. Ama başımıza öyle bir gene yayın yönetmeni getirdi ki; gazete Türk okuyucularına hitap etmekten çıktı. Avrupadaki gazeteler gibi tamamen yazı ve siyah-beyaz bir gazete. Türk okuyucusu bu tarz bir gazeteye alışkın değildi. Sonra sürekli traj kaybetmeye başladı gazete.

Ben de artık dışarda habere çıkmaya başamıştım.

 

CESET FOTOĞRAFLARI ÇEKMEK MARİFETTİ

O yıllarda ipte sallanan adam fotoğrafı çekmek, kanlar içinde trafik kazalarını görüntülemek bir marifetti. Gazeteler bu tür fotoğrafları çarşaf çarşa girerdi. Şükürler olsun ki bu anlayış artık değişti.  Düşününsene sabah kahvaltıda ya da kahvaltı öncesinde gazetelere bir göz atayım diyorsunuz, ipte salanan bir ceset fotoğrafı, çoğunlukla da dili dışına çıkmış. Ne hissedersiniz? Ama o yıllarda öyleydi. Ceset fotoğrafları gazetelerde çarşaf çarşaf yer alırdı.

 

İLK HABER DENEYİMİ

İlk habere gittiğim günü unutmuyorum. Bir intihar olayıydı. Bir genç kız evin çatısından atlayıp intihar etmişti. Olay yerine gittiğimde ceset yerde ve üzerine gazete kağıtları serilmişti. Ben o yıllarda daha yaşım küçük olduğundan cesetten korkardım. Ama görev olunca, o korku insanın aklına gelmiyor. Gazeteye kanlı-canlı fotoğraf götürme sevdasıyla, cesedin üzerindeki gazete kağıtlarını kaldırıp kanlar içindeki kızı fotoğrafladım. Bu tür olaylarda hem ceset fotoğrafı çekeceksin hem de sağlık fotoğrafını bulacaksın. Sonra eve gidip, millet ağıtlar yakarken ben kızın fotoğrafını bir şekilde temin edip fotoğraf makinemle çektim. Zira, sağlık fotoğrafı olmasa müdürden fırça yersin.

Sonra arabaya binip gazeteye dönerken, “ya ben cesetten korkardım” diye düşündüm. Ama görev herşeyi unutturmuştu bana.

 

FOTOĞRAF HIRSIZLIĞI YAPTIM

Yine Güneş Gazetesi’nde çalışrken, telsizden bir anons geldi. Göçle gelenlerin yoğunlukta yaşadığı Dağlıoğlu Mahallesi’nde yeni evli bir kadının saçını merdaneli çamaşır makinası kapmış ve kızın boynu kırılarak ölmüş.

Ben olay yerine gittiğimde ceset makinada asılı duruyordu. Daha bir iki aylık evli 17 yaşındaki kızın up uzun sarı saçlarını mardene kapmış ve boyn kırılarak asılı kalmıştı. Böyle bir mahallede fotoğraf çekmek büyük marifet gerektirir. Zira, ölen kızın ailesi, ağabeyleri gazetcilere kinle bakıyor. Sakın fotoğraf çekmeyin diyorlar. Biz ise polisin gölgesine sığınıp elimiz kolumuz bağlı makineleri gizleyerek bekliyoruz savcıyı. Savcı gelince onun arkasına sığınıp bir kaç karede de olsa fotoğraf çekebiliyoruz. Bu olayda da savcı gelince, cesedin makinede asılı fotoğrafını çektik.

Ama bir de sağlık fotorafını bulmak gerekiyordu. Ne olacak şimdi? Nasıl bulacağız. Olayın yaşandığı ev daha inşaat halinde, sıvası bile yapılmamış. Duvarlara bakıyorsunuz bir fotoğraf yok ki makine ile çekelim. Evde tek kare fotoğraf yok. Ama tam o sırada bir kız çocuğu gözüme ilişti. Bu kız, ölen gençkıza çok benziyordu. Yanına yaklaşım, “Bu ölen kişi senin neyin olur?” dedim. “Ablam” dedi. “Peki ablanın sizin evde fotoğrafı var mı?” dedim. “Tabiki var” dedi. “Beni  evinize götürür müsün? Fotoğrafını verir misin? “dedim. “Our” dedi.

Kızı sağlama almıştım ama diğer gazetecileri de oradan uzaklaştırmam gerekiyordu. Çünkü, o fotoğraf sadece bende olmalıydı. Sağlık fotoğrafını hiç kimsenin almaması gerekiyordu. Gazetecilerin yanına dönüp, “Arkadaşlar, bu adamlar bizi keser, hadi kaçalım burdan” dedim. Ben gazetenin arabasına doğru yönelince, diğer gazeteciler de araçlarına bindiler. Ben arabaya bir tur attırıp, tekrar olay yerine geldim. Kafaya aldığım kız çocuğunun elinden tutup evlerine götürdüm. Evde hiç kimse yoktu. Zira, herkes cenazenin başındaydı. Ben içeri girdim, küçük kızın göterdiği yerden albümü indirdim. Kızın nişan fotoğrafları boy boydu. Çok da güzel bir kızdı. Gazeteler güzel yüz kullanmayı her zaman olduğu gibi o yıllarda da severdi. Albümdeki iki fotoğrafı bir yarım bir boy kaptığım gibi evden çıkıp, gazetenin arabasına kendimi zor attım. Beni bir bulsalar evin içinde ya döverler ya öldürürlerdi. Çünkü, resmen hırsızlık yapıyordum. İzin verilmediği halde görev aşkıyla o fotoğrafı temin etmeye çalışıyordum.

Neyse fotoğrafı kurtardım. Gazetenin birinci  sayfasında haber yer aldı. Ölen genç kadının sağlık fotoğrafı ise sadece benim gazetemde vardı. (DEVAMI HAFTAYA)