Bedelini Kalbiyle Ödeyenler
Narin Demirci

Narin Demirci

Bedelini Kalbiyle Ödeyenler

02 Şubat 2024 - 01:03 - Güncelleme: 29 Mart 2024 - 02:37

“Şöhret bana yüce halkımızın teveccühleriyle büyük alkışlarını kazandırdı. Elbette ki bu meyanda maddi durumumu kazandırdı. Ve yıllarca eksilmeyen halkın artan sevgisini kazandırdı. Her şey karşılıklıdır. Ben de çok sevdim, çok saydım dinleyicilerimi, izleyicilerimi. Mukabilinde bedelini kalbimle ödedim maalesef. Kalbim yoruldu. Ve bu olay 25 sene süren sahne stresinden ileri geliyor dedi doktorlar bana. Ve dört senedir de sahnelere veda ettim. Kalbimi verdim. Çok şey aldım ama kalbimi verdim.”

Bu sözler Türk Sanat Müziğimizin önemli isimlerinden ‘Sanat Güneşi’miz Zeki Müren’e ait. Nitekim TRT İzmir Televizyonu'nda kendisi için düzenlenen program sırasında kalp krizi sonucu yani daha önce zikrettiği gibi kalbini vererek yaşama veda etti. Hayat bedel ve ödüllerden ibaret bir terazi gibi. Ödediğin bedel ne kadar özel ve kıymetliyse, kazandığın şey de o minvalde değerli oluyor. Yıllardır icra ettiğim gazetecilik mesleğinde kaleme aldığım başarı hikayelerinin kahramanlarında hep benzer bedellerin ödendiğini, benzer fedakarlıkların yapıldığını ve en önemlisi yapılan bütün güzel işlerin altında aşkla atılmış imzaları gördüm. O yüzden başardılar zaten. Adanmışlıkları sayesinde…

Sadece müzik camiasındaki birkaç isme şöyle bir bakıyorum da…

Başarı hikayesini kaleme aldığım isimlerden şair Ahmet Selçuk İlkan’ın hayatında da bu adanmışlığı görmek mümkün. Lise sıralarındayken şiir yazdığı için alay edilen, hatta “Ben şiirlerimi Zeki Müren’e okutacağım” dediğinde “Zeki Müren kim, sen kimsin?” diyerek ileri gidecek kadar alay edilmiştir kendisiyle. Fakat günün birinde, şimdilerde 3-5 dakikayı geçmeyen şarkılara adeta tokat çarparcasına yarım saatlik Kahır Mektubu şarkısını Zeki Müren’e okutmayı başarmıştır o. Üstelik de Zeki Müren’in takdirini ve saygısını kazanarak. Ve yıllarca yanında, yakınındaki bir isim haline gelerek. Peki bunun bir anda olduğuna inanmak mümkün mü? Elbette hayır. Almanya’dan radikal bir kararla İstanbul’a döndüğü yıllarda yokluk çekmiş, protein içeriyor, tok tutuyor diye sürekli yumurta yemekten hastanelik olmuş, doktordan yumurta yasağı almış ve aylarca ağzına yumurta koyamamıştır. Bütün bu yokluğa karşı bir de kira sıkıntısı çekmemesi için Almanya’daki ağabeyinin ev alıp rahat etmesi amacıyla gönderdiği ev parasını da ilk melodik şiir albümü çıkarmak üzere harcayacak, tutmazsa yine bir yokluğa daha talip olacak kadar ileri gitmiştir şiire olan adanmışlığında. Peki şimdi? Şimdi biliyorsunuz ki o bir şarkı sözü virtüözü. Rastgele açtığınız, en çok dinlediğiniz birçok şarkının sözleri ona ait. Hem de içi dolu, edebi ve edebiyatı olan, yaşanmışlığı olan sözler. “Tak şu sepeti koluna/ Herkes kendi yoluna” demiyor o. Demez de. O ayrılırken bile, “Al hatıram olsun, armağan olsun sana bu şarkı/ Çal benim için çal/ Bu aşk için çal/ Bizim bu şarkı” diyerek, şarkı armağan ederek yolları ayıran, ayrılığı bile güzelleştiren bir insan. Çünkü kalbini koydu ortaya o da. Yüreğini koydu. Ve tabii hayatını, sağlığını riske atmadan, yıllarca çilesini çekmeden olmadı bunların hiçbiri. Şiire, sanata, insanlığa yapılan bir yatırım, bir adanmışlıktı onunkisi de.

Üstad Musa Eroğlu’na bakıyorum. Türk Halk Müziği’nin tartışmasız ismine, ‘Mihriban’ türküsünün mimarına… Kendisine “Gitsin koyununu gütsün. Bundan bir şey olmaz” diyen Emin Aldemir’e ne kadar yanlış düşündüğünü göstermek için gecesini gündüzüne katan ve günün birinde o kişiyi yanında işe götürecek kıvama gelen bir azim abidesine, bir bestekara… Sonra? “Bundan bir şey olmaz” denilen insandan neler neler, ne güzellikler fışkırmadı mı?  Peki nasıl oldu bu? Kendi memleketinde çevresine karşı verdiği fikri mücadele yetmiyormuş gibi bir de memleketi terk edip Ankara’ya giderek bir başka mücadelenin daha içine girmek zorunda kaldı. Çok mu kolay oldu bu? Dinledikçe fedakarlıklarına, çalışmalarına hayran olacağınız bir güzellik Musa Eroğlu da. Yaptığı fedakarlıkların sonunda ne oldu? Hâlâ dinlenme sıralamasında birinci gelen türkülerin imzasını taşır oldu ve milletin, halkın kalbini kazandı.

Edip Akbayram peki? Müziğe adım atarken önce ailesiyle mücadele etmeye başlamadı mı o da? Kırsal kesimde dünyaya gelmenin en ağır bedellerinden birini de o ödemedi mi? Diş hekimliğini kazandığı halde müzik sevdası yüzünden bölümü bırakan ama ailesine “Size yük olmayacağım. Hatta destek olacağım” diyen bir insanın mücadelesi, fedakarlıkları çok mu kolay geçmiştir? Bir karar veriliyor ama bir hayat, bir ömür koyuluyor ortaya da.

Dönüp bakıyorum Şükriye Tutkun’a. İki yaşında başladı onun da hayat mücadelesi. Varlıklı bir çevresi olmasına rağmen yetiştirme yurtlarında büyüdü. Ancak hayatın zorlukları altında ezilmedi o da. Kimsesizliğine değil devletine sarıldı ve “Bana ailem bakmadı ama devletim baktı. Devleti baba bildim. Onun için her şeyi yapmaya hazırım” diyen bir vatan sevdalısı ve Türk Halk Müziğinin en önemli isimlerinden biri oldu. Çünkü o yurtların olumsuz yönleri yerine sunduğu nimetlerini değerlendirdi, müzik derslerine sarıldı ve hayatın olumsuzluklarına inat yüreğini ortaya koyarak müziğe, sanata adadı kendisini. Nitekim de Şükriye Tutkun oldu.  

Ve rahmetli Aşık Ayten Gülçınar. Yine dinlerken en etkilendiğim isimlerden biriydi o da. Sırf sazıyla, şiirleriyle küstürmek için şiir defterleri yakılan, sazı kırılan bir yaralıydı. O kadar yaralıydı ki, kendi yarasına bakmayıp, çalmasını istemedikleri için kırdıkları sazına “Sazım nerden aldın sen bu yarayı?” diye şiir yazdı. Öyle kibar, öyle naifti. Müzik aşkıyla dayanamayıp komşu kızının mandolinini eline alıp çalan ancak küçük çocuğu babasına söyler de dayak yerim diye mandolin için çocuğuna “Kızım bunun adı portakal” diyerek hedef şaşırtan ama yine de vazgeçmeyen bir kadın ozan. Fabrikadan çıkıp eve gelince zamanını sazı için feda eden ya da eşinden dayak yeme riskini göze alan bir gözüpek. Sonunda ne mi oldu? Şiir defterlerini yakan dayısı sahnenin en ön sıralarına oturup onu alkışlayacak duruma geldi. Ve günün birinde Kıbrıs’a aşıklar atışması için gelip, bizlerin karşısına geçip röportaj veren bir kadın ozan oldu.

Bunlar meslek hayatım boyunca dinlediğim birkaç isim sadece. Liste böyle uzayıp gidiyor. Hepsini yazmaya sayfalar yetecek gibi değil. Fakat son yaptığım röportajların kahramanlarından biri olan Türk Halk Müziği sanatçısı ve akademisyen Sabahattin Çiçek’in hikayesi biraz farklı. Çünkü buradaki başarı hikayesinin kötü karakteri bir eğitimci. İnsan bir eğitimciye konduramıyor, kabullenemiyor, yakıştıramıyor olumsuz davranışları. Çünkü bir eğitimci, şairin de “Öldürmek için silah, hançer mi olmalı?” dizelerinde dediği gibi eline silahı almadan vurabiliyor öğrencisini. Umutlarını öldürebiliyor, hayata küstürebiliyor. Victor Hugo ne diyordu o şiirinde;   

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? 
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı? 
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı? 
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? 
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?    
Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır? 
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı? 
Solması için gülü dalından mı koparmalı? 
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı? 
Öldürmek için silah, hançer mi olmalı? 
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı?

İşte tam da bu yüzden çok kıymetliydi Sabahattin Çiçek’in hikayesi. İlkokula gittiği ilk gün öğretmeninden hakaret işitip, tokadını yiyip kendi kendine öğretmen olmaya karar veren bir eğitimcinin hikayesiydi dinlediğim. “Ben senin gibi bir öğretmen olmayacağım” diye içinden geçirip adeta yemin edercesine… Ve hayatını bu minvalde inşa eden, bu yola baş koyan hatta TRT sanatçılığını bile bu ideali uğruna elinin tersiyle iten bir adanmışlıktı onunkisi de. Şimdilerde 7’den 70’e öğrencileri olan ve konserler düzenleyen bir sanatçı, emekli bir akademisyen. Kendisini eğitime adamış ve emekli olduğu halde sanat için öğrenci yetiştirmeye devam eden bir insan. İdealine öyle bir adamış ki kendisini, eğitim ve sanat hariç adeta her şeyden vazgeçmiş… Ve öyle bir vazgeçmiş ki, onlarca belki de yüzlerce öğrencisinin kalbinde sevgiyle yer etmiş. Tıpkı ‘Sanat Güneşi’nin dediği gibi kalbini, ömrünü vermiş ve tahtada notaları bile gösterirken sopayı öğrencilerinden tarafa çevirmemiş…

Ve en güzel, en özel başarı da bu kadar kötülük arasında iyi, bu kadar kabalık arasında zarafetli kalabilmek kanımca. Yukarıda isimlerini zikredebildiğim ve zikredemediğim birçok sanatçıyı o zarif yüreklerinden, yaptıkları fedakarlıklarından ve adanmışlıklarından öpüyorum. Ne diyordu Zeki Müren, “Çok şey aldım ama kalbimi verdim.” Zira kalbini feda etmeyi göze alamayanlar bırakın başarı denizinde kaptan olabilmeyi, o denizde tek bir kulaç dahi atamazlar…

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..

Son Yazılar