Ünlü sanatçı Musa Eroğlu dobra dobra konuştu: "TRT,...

Ünlü sanatçı Musa Eroğlu dobra dobra konuştu: "TRT, türkülerin ayarını bozuyor"

Hayatını türkülere adayan ve onu şahlandırarak hak ettiği yere çıkarmak için çocuk yaşlarından beri mücadele veren ünlü sanatçı Musa Eroğlu, devletin yayın organı TRT’nin türkülere olan yaklaşımına ağır eleştirilerde bulundu. “Türküler doğumdan ölüme bizi anlatır. Türkü biziz” diyen sanatçı, TRT’de ağıtların göbek havasında çalındığını söyleyerek, ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar’ı göbek havasında çalarsan sana TRT derler. Bu bir ağıt. Türkülerin ayarını bozuyorlar” dedi.

02 Kasım 2023 - 16:43 - Güncelleme: 06 Şubat 2024 - 17:37

Röportaj: Narin DEMİRCİ

“Başımdan bir kova sevda döküldü/ Islanmadım, üşümedim yandım oy/ İplik iplik damarlarım söküldü/ Kurşun değmiş güvercine döndüm oy” türküsünü iliklerime kadar hissettiğim, meslek hayatımın hem en uzun, hem de en sevgi dolu röportajını yaptım geçtiğimiz günlerde. Yıkılmaz zannedilen tabuları teker teker yıkarak ve “Ben o yıkık duvarın dibindeyim” diyerek ömrünü türkülere harcayan ünlü sanatçı Musa Eroğlu aşktan başka her şeyi yok sayıyor. Aşka ve türküye dair öyle bir adanmışlık ki bu, dinledikçe büyüsüne kapılmamanız, kendi bestesinde olduğu gibi iplik iplik damarlarınızın sökülmemesi elde değil. Sohbetimiz esnasında başımızdan bir kova sevdayı döken ve bizi kurşun değmiş bir güvercine dönderen Eroğlu, “Aşk Hikayesi” türküsünün ritmindeki gibi yağız bir küheylanmışçasına aşka koşan açıklamalarda bulundu. Uzunca yaptığımız o sohbette biz de ıslanmadan, üşümeden ama aşıkların piri Mevlana misali yanarak baştan sona türküye adanmış bir ömrün hem aşk hem de başarı hikayesini dinledik.  

“Benim tutumlarımdan dolayı babam hep toplumdan dışlanma korkusu çekerdi”

Yaşamı boyunca aşksızlığa başkaldıran sanatçının, “ünlü sanatçı Musa Eroğlu” olma yolundaki en önemli adımı da yine bir başkaldırıyla gerçekleşiyor. “Köyde aklım başıma geldiği zaman inanç insanlarının baskısıyla karşılaştım” diyerek o günlerden bahsederken, Alevi bir aileden gelmesine rağmen din, dil, ırk, mezhep gibi ayrımlara gitmeyen, aksine Aleviliği de Sünniliği de kendi gönül potasında eriten ve herkesi kucaklayan, din ve siyaset üstü bir sevda politikası izliyor o. Bunu sadece sanatına yansıtmadığını, hayatında da bizzat tatbik ettiğine şahit olduğumuz Eroğlu, inanç insanlarının baskısının çocuk olduğu için kendisine değil babasına yapıldığını söylüyor. Nasıl bir baskıya maruz kaldıklarını ise şu ifadelerle anlatıyor, “Alevi bir anadan babadan doğdum ben. Bunaltıyorlar, korku veriyorlardı babama. Toplumdan aforoz etme korkusuydu bu. Fakat istediğin kadar orasını burasını düzenle, tut. Bu bir baskıdır. Toplum baskısıdır. Benim tutumlarımdan dolayı babam hep toplumdan dışlanma korkusu çekerdi.”   

Toplum baskısı yüzünden babasına zarar gelmesin diye ayrı eve çıktı

Ömür kitabının tozlu sayfalarından kendisini ve çocukluğundaki vicdan azabını okuyordu bize. Babasına zarar gelmesin diye ayrı bir eve çıkma kararı aldığından bahseden ve yıllar sonra “Tek kurtuluşu öyle buldum. Belki de bu benim Musa Eroğlu olabilmemin ilk basamağıydı” dediği o zaman dilimi için şunları söylüyor, “İnanç adamlarının toplum üstündeki baskıları doğru değildi. Hakkaniyeti yoktu. Örneğin çiftçisin, ekin ekeceksin ama Muharrem ayı girdiği zaman ekemiyorsun. Çalı çırpı var tarlanın içinde ama yaş kesiyorsun. Özünde şu var. Kerbela’da 680 yılında Hz. Hüseyin öldürülmüş. Ona yas anlamında oruç tutuyorlar 11 gün. Güya 11 gün savaşılmış, 12. gün öldürülmüş. Buna yas deniyor ve birtakım müeyyideleri var. Çocukluğumda onlara karşı çıkıyordum. Çünkü benim zamanımda Köy Enstitüsü vardı. Ben de uygulama okulunda okuyordum. Orada kitaplar var, benim de beynim taze. İtiraz ediyorum. Çocuk olduğum için bana bir şey yapamayınca aynı müeyyideyi babama uyguluyorlardı. Ben de biraz daha büyüdüğüm zaman dedim ki, ‘Baba! Ben ayrı bir evde oturayım.’ Babama zarar gelmesin diye. Çocukluğumdan sadece bir sayfa okumuş oldum sana. O zaman 15 yaşındaydım ve aynı köyde ayrı eve çıktım.”

Musa Eroğlu’na memleketini terk ettiren olay

Ayrı eve çıkınca ne olduğunu soruyoruz usta sanatçıya. “Birey oldum” yanıtı geliyor hemen akabinde. “Oradaki olumsuz bulduğum şeylere katılmıyorum. Kim bu Hüseyin? Toplum üstündeki etkisi ne? Başladım araştırmaya. O gün bu gündür, 65 yıldır araştırıyorum. Bitti mi? Hayır. Başka bir şey çıkıyor araştırmak için” diyen Eroğlu, içinden atamadığı Muharrem ayındaki “Yaş kesme” olayını çocuk yaşlarda bir çerçi sayesinde çözerek bütün köy ahalisini bir önyargıdan nasıl kurtardıklarını ve bu olay üzerine memleketi Mersin’i terk etme kararını nasıl aldığını şöyle anlatıyor, “Köyde eskiden çerçiler olurdu. İncik, boncuk, çatal iğne falan satarlardı. Alevi sözcüğünü çok sık kullanmak istemiyorum. Çünkü bunun için 50 yıldır mücadele veriyorum. Böyle bir sözcük yok diyorum. Çünkü dayandırılan nesne doğru değil. Güzel bir gelenek var köyde. Köy odamız mevcut. Dışardan misafir geldiği zaman köy odasında keşikle bakılıyor misafire. Yani sırayla. Çerçiyi misafirhaneye değil eve götürdüm ben. Babam istemişti. Çerçi babamla kavgamıza şahit oldu. Ekim ayıydı. ‘Baba tarla kuruyor. Yağmur yağdı, ekmemiz lazım ki buğdayımız olsun’ diyorum. Yaş keserse dışlanacağını söylüyor. Haklı. Ben de ‘O zaman ben yapayım’ diyorum. Belki dolaylı olarak ceza verebilirler. Ceza diyorum kusura bakılmasın. Babamla konuşurken çerçi, ‘Derdinize ne oluyor? dedi. Ben de ‘Bu köy Alevi köy. Muharrem ayı. Yaş kesilmez. Ama kışın buğday dilenmek daha mı iyi? Babama onu söylüyorum’ dedim. Çerçi, ‘Bunları söyleyenleri toplayabilir misin’ dedi. Koştum ve herkese ‘Ulu bir dede geldi’ dedim. Kapıdan girenler ‘Hoş geldin dedem’ dediler çerçiye. O da hemen konuyu açtı ve Muharrem ayında yaşı kesmeyin. Hep ağlayın. Gözünüzden yaşı kesmeyin’ dedi ve iş bitti, aydınlandılar. Çünkü herkes aynı dertten muzdaripti. Ama sonu gelecek gibi değil bunların. Bu sadece bir tanesi. Bu yüzden memleketi terk etmeye karar verdim. Ve terk ettim. 17-18 yaşlarındaydım Ankara’ya gittim. Hayata atıldım.”      

“Yaratıcısı varsa aşk da var”

Aşkın da din, dil, ırk ve mezhep üstü bir şey olduğuna ve bütün insanların üzerine doğan bir güneş olduğuna işaret ediyor Musa Eroğlu. Ve bütün duygularda olduğu gibi aşka dair inanışta da yenilenme ihtiyacının altını çizerek, “Durduğumuz topraklardan yüzlerce kültür gelmiş, geçmiş, bir şeyler bırakmış. Ben Türkçe konuşuyorum, Farsça konuşuyorum, Arapça konuşuyorum, Zazaca konuşuyorum. Çünkü türkü söylüyorum ben. Ermeni aşk şarkıları var mesela. Uzaya mı çıkacaksın? Burada yaşıyorsun. Bunların ne olduğunu anlayıp, hazmedeceksin. Ermeni’nin aşk yaşama hakkı yok mu yani? Öyle bir şey olabilir mi? Sen mi dizayn ediyorsun? Yaratıcısı varsa aşk da var, başka şey de var. İnancını tazeleyeceksin. Bana inançsız deyip işin içinden çıkamazsın, kaçamazsın. Yakalarım” diyor.

Musa Eroğlu, TRT’ye adım atıyor 

Ankara’da müzik alanında atılım gerçekleştirmiş olsa da, müzikal temeli çocukluğundan itibaren kendi köyünde atılıyor Musa Eroğlu’nun. “Zaten müzikle iç içeydim. Bizim ailede herkes saz çalar. Kendileri yapar kendileri çalar” diyen sanatçının eline ilk aldığı enstrümanı olan keman gibi bağlamasını da babası yapıyor kendisine. Köyde müzik geleneği hâkim olup herkesin saz çalma kabiliyeti olsa da, müzikten ekmek parası kazanmanın ayrı bir şey olduğunu söyleyerek, “Ankara’da gözüm bastı, bağlamadan ekmek yiyen bir sürü insan gördüm. Ben de bir yerden tutarım diye düşündüm” diyor. İki kez TRT radyosu imtihanlarına giren Eroğlu o yılları şu sözlerle aktarıyor: “1965’te radyo imtihanına girdim sanatçı olmak için. Kazanamadım. Ama kapının önüne çıkınca anladım neden kazanamadığımı. Çünkü o konuda yeterli bilgim yoktu. Müzik teorisi yok, hiçbir şey yok. Altı sene sonra elimde bir sürü çalgıyla tekrar gittim. Hocalar, ‘Bunlar ne?’ dedi. ‘Hepsinden imtihan olmak istiyorum’ dedim. Nida Tüfekçi bir şeyler çaldırdı ve ‘Tamam’ dedi. İzmir Radyosu Müdürü Mustafa Hoşsu’ya, ‘Bu çocuk çok yetenekli. Al bunu götür’ dedi. O da ‘Tamam’ dedi. Ama İzmir’de barınacak imkânım yoktu ki benim. Ankara’da kaldım o yüzden. Bir gün de yetişmiş sanatçı olarak girdim imtihana. Nida Tüfekçi kazanamadığımı söyledi. ‘Neden hocam?’ diye sorduğumda ‘Sen dışarda çalışıyorsun. Radyoda sana üç ay kurs verecekler. Radyoya nasıl gidilir, gelinir filan. Senin sesin güzel. Radyoda bant yap. Ayda iki kez 15 dakikalık türkü söyle. Yurttan Sesler’e de gir saz çal’ dedi. Ben de öyle yaptım ve merdivenin basamaklarını yukarıya doğru çıkarken neden türkü söylediğimi düşünmeye başladım.”  

“Türkü söylemeden yaşayamam”

Neden türkü söylediğini düşünmeye başladığını duyunca o içsel cevabını merak ediyoruz sanatçının. “Kendinize bu soruyu sorduğunuzda cevabı ne çıktı?” diye sorduğumuzda, “Ben çıktım” yanıtını alıyoruz ve “Ben türkü söylemeden yaşayamam” diyerek şöyle devam ediyor verdiği cevaba, “Yaşamdan ölüme kadar insanın icra ettiği, yaşadığı, gördüğü, işittiği şeyin adıdır türkü. Bizim yaşamımızın bir kesitini başka bir ifadeyle anlatan bir olgu. Parçalarsak çok olgu. Çünkü çok şeyi içeriyor. Türkü söylemeden yaşayamam. Onunla kendimi ifade edebiliyorum. Faydalandığım köşe taşları da şiirler. İkisinin bir araya gelmesi kombinasyon oluşturuyor ve bana bir enerji veriyor. Dünyamı oradan başlattım. Oradan kuruyorum. Açıldıkça pencerem açılıyor defter yaprağı gibi. Tam tamına 15 yaşımı düşünürsek bayağı uzun bir zamandır türkülerle uğraşıp gidiyorum.”

“Ben hiç roman okumam”

Kazanamadığı ilk TRT imtihanından sonra geçen altı yıllık süreçte neler yaptıklarından da bahsetmeden geçmiyor Eroğlu. O süreçte antropoloji ve edebiyat dersleri alıyor. Edebiyat öğretmeni altı dil bilen Nejat Birdoğan ve antropoloji hocası ise Atilla Erden. Hocalarını o kadar çok sevmiş ki, sohbet esnasında isimlerinin geçmesi bile gözlerinin dolmasına yetiyor. “Musa Eroğlu’nun yetişmesinde çok büyük katkıları var bu hocaların” diyor ve ekliyor, “Ama bayağı büyük katkıları var.” Ahde vefanın bir fotoğrafı olmuş olsa, Musa Eroğlu’nun bu hocalarının ismini anarkenki hâlidir diyebilirim. Sonrasında türkünün sosyolojik yapısı ve topluma etkisi üzerinde oldukça fazla mesai harcadığını ve bu konuda çokça kitap okuduğunu kaydediyor. Ancak o kadar fazla kitap okuyan bir insan için bilhassa ilginç bir hususun da altını çizmeden geçmiyor ve “Ben hiç roman okumam” diyor. Roman okumamasının gerekçesini ise tebessüm ederek şöyle açıklıyor, “Çünkü ben onun gerçeğini yaşıyorum da ondan. Beynimi o kadar dağıtmak istemem. Ufak tefek sosyal yaşamın içine aşk serpiştirilmiş. Biraz da sitem. Romanların ana temel yapısı bu. O yüzden neden okuyayım ki? Bir tane okusam yeter. Gerisini ben hayal ediyorum.”

Roman yerine felsefeyi tercih ediyor

Romanı tercih etmemesinin gerekçesini anlatırken bunun yanında hayranlıkla felsefe okumasının da gerekçelerini sıralarken, “Felsefede çok konu var. İnsanın canını sıkar. İşte ben o noktada dayanıyorum. Ve bu yüzden türkü söylüyorum. Türkülerin içinde her şey var” diyerek Yetik Ozan’dan yani Turgut Günay’dan bir şiir daha okuyor:

Sevgi bayrağını Itır Dağı’ndan
Yurtsuz fırtınalar esti götürdü
Dostluğa kapısız Kerem bağından
Her giren bir kiraz kesti götürdü

Alıç paylaşırken dağlar diz dize
İlk sabırsız yaprak düştü son ize
Bozkırın sesini açık denize
En sabırlı ırmak sustu götürdü

Boz gevene karşı çiğdemin cengi
Tuğlaşırdı dağlarda kokusu, rengi
Bir ümmi çobanın yazdığı cöngü
Alimler bağrına bastı götürdü

“Türküler karanlığımızı da anlatıyor, aydınlığımızı da”

Musa Eroğlu, Yetik Ozan’ın bağlamayı tarif ettiğini söyleyerek bir dörtlüğüne daha yer veriyor sohbetinde. Ozanın “Her sevgi bir düğüm atmış koluma/ Dokunmadan sızlar yarası vardır/ Sevgi dünyasının uçurumuna/ Sevgiden bir köprü kurası vardır” dörtlüğünü okuyarak, “İşte bağlamayı, teli, türküleri böyle anlatıyor” diyor ve devam ediyor, “Seni anlatıyor, beni anlatıyor. Karanlığımızı, aydınlığımızı anlatıyor. Her çeşit türkü var çünkü. Bunları şairler yazmış. Sizler yayınlayacaksınız ve başka bir Musa Eroğlu da topluma sunacak. Amacımız da o. Sohbet zamanında dağarcığını doldurursan ilerde kullanırsın. Şu anda onu yapıyorum ben. Heybeme, dağarcığıma sevdiğim, toplumun kabul gördüğü şeyleri dolduruyorum. Sonra da dağıtıyorum. Sanatçılık bu. Birisi kalemle, birisi çizerek, birisi çalarak, birisi konuşarak anlatıyor. Ama bunların hepsi kocaman bir bütün. İşte o bütünün bir parçasıyım ben.”

“Edebiyatçı olmak istedim yaşam boyu”

Sanatçıya şu andaki Musa Eroğlu’nun çocukluk hayali olup olmadığını sorduğumuzda cevabı açık ve net, “Ünlü olmanın dışında evet” oldu. “Aslında edebiyatçı olmak istedim hep yaşam boyu. Bu kadar başarabildim. İçinde çıkılacak gibi bir şey değil edebiyat. Çünkü herkesin bir hikayesi var” diyen sanatçıya çocukluk yıllarında Köy Enstitüsünde okurken müziği değil marangozluğu seçişini hatırlatıyor, neden marangozluğu tercih etmiş olabileceğini merak ediyoruz.  O durumu da şöyle açıklıyor Musa Eroğlu, “Temiz bir iş olduğu için seçtim. Marangozluk bir estetik ve ölçü hesabıdır. Bir milim hata yapamazsın marangozlukta. Kullandığın malzeme kullanılamaz hale gelir. Onun için seçtim. Çünkü içinde felsefe vardı. Zekeriya Peygamber de ağaç ustası. Ağaç işlemek değil mesele. İçinde felsefe var. Bana göre müthiş bir anlamı var. Terazidir. Ankara’ya savrulunca her şey değişti. Ama bir mürşide, ustasına gitmeden olmayacağını çok çabuk öğrendim.”

“Aşkın iki adım ötesinde başka şeyler var”

Peki kimdi o dönemde mürşit olarak seçtiği kişi? Bunun üzerine Ali Kuşçu isminde ud ve klarnet çalan bir ağabeyinden bahsediyor Musa Eroğlu. Kuşçu’nun bir Türk Sanat Müziği hocası olduğunu ve nota öğrettiğini de ilave ediyor. “Çocukken keman çaldığım için ud yabancı gelmedi bana. Ud çalıp ayda 5 lira veriyordum. İki ay sonra bana ayda 10 lira vermeye başladı. Ben başkalarına öğretmeye başladım” diyor. Türk Sanat Müziği’nin bütün makamlarını Ali Kuşçu’dan öğrendiğini belirterek, “Batı müziğinin bütün teorilerini ve diyalektiğini biliyorum. İyi bir müzik adamı olabilmem için 6 sene yetti bana” derken, bir ustaya gitmesi gerektiğini öğretenlerden birinin de Seyrani olduğunu söylüyor ve onun “Bir ustaya olsam çırak/ Bir olurdu yakın ırak” dizelerini mırıldanıyor. Türkülerin iyi mihmandar olduğuna işaret eden sanatçı şunları kaydediyor, “Uzak bilgidir. Türküler kadar insanı yönlendiren bir rehber yok. Müzikten sonra edebiyattan aşkı öğrenmek, detaylarını ve estetiğini öğrenmek gerek. Beşeri öğrenmektir bu. Çünkü ‘Aşık oldum’ demekle aşık olunmuyor. Çok hassas bir konu aşk. Çünkü onun iki adım ötesinde başka şeyler var. Topluma ve üretime katılıyorsun. Çocuk yetiştiriyorsun. Türküler yaşamın ta kendisi işte.”

“Çobana laf ederken dikkatli olacaksın”

“Size türkülerden vazgeç, sazı bırak, vazgeç bu işlerden diyen oldu mu?” diye sorduğumuzda, “Dinlemezdim ki” diyerek hayatımda duyduğum en güzel ve en enteresan başarı hikayelerinden birini anlatıyor. “Mesela Emin Aldemir yüzüme karşı ‘Gitsin koyununu gütsün. Bundan bir şey olmaz’ dedi” cümlesiyle başladığı ve kendisinin de "Türkiye’de beş güzel saz çalan insandan birisi” olarak nitelediği Emin Aldemir ile yaşadığı o durum hakkında, “Birisi beni Emin Aldemir’e götürdü, bunu bir dinle diye. ‘Ne dinleyeceğim gitsin koyununu gütsün’ dedi. Ben onu mahcup ettim ama. Çok hırslı biriyim ben. Ama haris değilim. Çalışırım, çabalarım, emek harcarım. Çünkü bilmediğin bir şeyi kimseye öğretemezsin” diyor. Emin Aldemir’in bu tavrının kendisine neler hissettirdiğini ve ne tepki verdiğini soruyoruz. “Yanlış düşünüyorsun. Sen beni dinlemedin ki, bakmadın ki’ dedim” diyor ve ilave ediyor, “Bak cevher varmış. Koyun gütmüyorum. Koyun güdenleri kötülediğimden değil. Çünkü ben çobanın bir doktor olduğunu düşünürüm. Çobana akıl veren birine, ‘Al şu koyunu kuzlat gel’ desen yapamaz. O zaman çobana laf ederken dikkatli olacaksın. Musa Eroğlu’nun yaşam biçimi bu.”

“Gitsin koyununu gütsün” diyen kişiyi yanında işe götürdü

Araya yıllar girip ünlü bir sanatçı olduktan sonra “Gitsin koyunlarını gütsün, bundan bir şey olmaz” diyen kişiyle karşılaşıp karşılaşmadığını sorduğumuzda ise “Evet. Onu işe götürdüm. Biz sahnede 8-10 kişi çalıyoruz ya, bir de şef var. Ben şeftim, o da benim yanımdaydı. Ama bundan hiçbir zaman gurur duymadım. Duymam. O gün öyleydi, bugün böyle” diyor. “Peki Emin Aldemir’in tepkisi nasıl oldu?” dediğimizde ise “Yahu ben şarhoşmuşum, yanılmışım dedi. Çok saygı duyduğum birisidir. Bana ‘Abisi’ derdi. Yurttan Sesler’in sıfırdan notasını yazabilecek bir yeteneğe sahipti. Çok iyi bir dostluğumuz vardı” ifadelerini kullanıyor onun için.

“Türküler olmasaydı Türk Dil Kurumu olmazdı”

Musa Eroğlu olma yolundaki en büyük köşe taşlarından biri olan “Muhabbet” serisinden de bahseden sanatçı, devletin yayın organı olan TRT’deki türkü tabularının da nasıl yıkıldığını şu sözlerle anlatıyor, “Muhlis Akarsu ile bir açılışta karşılaştık. ‘Kaset yapalım’ dedi. O ticari düşünüyordu tabii. Yaptık ve tuttu. Adını ‘Muhabbet’ koyduk. Seriyi 7’ye kadar çıkardık. Halk edebiyatımıza ve türkülere çok şey kazandırdı bu proje. Binlerce bağlama çalan çıktı. Ondan önce tabulardı bunlar. Radyodakilerin dediği dedik çaldığı düdüktü. O duvarı da biz yıktık. Radyo bir devlet kurumu. Her türküyü çalamıyorsun. ‘Tarihin derinliklerine gömülmüş, derisi yüzülmüş Nesimi’ diyemiyorsun radyoda. Bunu dışarda söylüyorsun, sokakta. Korkmadan Pir Sultan diyorsun. Ama TRT’de diyemiyorsun. İddiayla söylüyorum ki, türküler olmasaydı Türk Dil Kurumu olmazdı. Unutturmadık biz. Dağda çaldık, tepede çaldık, derede çaldık, barda çaldık, pavyonda çaldık türküleri. Ama biz kazandık. Mersin’de bir konser verdim. Abartısız 10 bin kişi söylediğim türküye eşlik etti. Hatta espri yaptım, ‘Yakında TRT’de imtihan var. Hepinizi sınavsız alacak’ dedim. Bunu TRT’deki tabudan dolayı söylüyorum. Halkın istediği şeyler söylenemiyor orada. Türküleri denetliyorlar. Adam tavuk tüccarı. Türküyü nasıl denetleyecek? Devletin koca kurumu çökmüş yani.”

“TRT, türkülerin ayarlarını bozuyor”

TRT’nin yaptığı sanatçı alımı imtihanlarında jüride yer alıp almadığını sorduğumuzda ise TRT’ye ağır eleştirilerde bulunuyor Musa Eroğlu. Türkülerin ayarlarının bozulduğunu ve orada yer almak istemediğini şu sözlerle ifade ediyor, “Ben kendi başına mücadele vermiş ve marka olmuşum. Orada ise ‘Gel bizim statüde türkü söyle’ deniyor. Bunu kabul eder miyim? Etmem. Onları kötülediğim için değil. Ben böyle şeyler söylüyorum. Diyorlar ki, ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler/ Annesinin bir tanesini hor görmesinler.’ Göbek havası çalarsan bunu sana TRT derler. Bu bir ağıt. Bunu söylediğimde suç mu işliyorum yani? Sen buna oynuyorsun. Ayıp yahu. Buna oynuyorsun sen. Çünkü edebiyattan sıfırsın. Seni yetiştiren TRT’deki adamın edebiyatı simit. Benim orada olduğumu düşünebiliyor musun? Ondan sonra türkülerin ayarını bozuyorlar, ritmini bozuyorlar. Bozunca da akort kalmıyor. Çünkü edebiyat yok, müzikalite yok, duygu yok. Müzik ve dünya bilimsel olarak ritim üzerine döner. O bozulunca zaman bozulur. Zaman bozulunca yağmur, kar bozulur. Ben bozulurum. Sen 5-6 bin yıllık halk edebiyatının ayarını bozacaksın sonra da ‘Ben TRT sanatçısıyım’ diyeceksin. İpe sapa gelmez bir denetim var orada. Bir türküyü dört kişi denetliyor yayınlanabilir mi diye. Vay benim ömrüm.”

“Para verip asker olanı askerden saymıyorum”

TRT’deki denetim eleştirilerini sürdüren Musa Eroğlu şöyle devam ediyor, “Türkülerin yüzde 60’ını analarımız yakar. Analarımız savaşı hiç istemez. Gidince oğluna ağıt yakmak da yine ona düşer. Kore’ye gidenlere analar türkü yakmış. ‘Eledim eledim höllük eledim/ Aynalı beşikte bebek beledim/ Büyüttüm, besledim asker eyledim/ Gitti de gelmedi buna ne çare?’ Bunun cımbızla askerlik bölümünü alıp ‘Askerliğe karşıyım’ diyemezsin. Askerliğe kimsenin karşı olduğu yok. Hele ki bu türkü yakıldığı zaman. Şimdi 25 kuruş askerden kaçanlar da var. Yok mu? Hani iç hizmet kanunu ne oldu? Para verip asker olanı askerden saymıyorum ben. Askerlik başka bir şey. Peygamber Ocağı. Ben bir Yemen türküsünden şunu söylerim o zaman:

Karavana bakırdandır
Yemen yolu çukurdandır
Zenginimiz bedel öder
Askerimiz fakirdendir

Ben bunu söylemeyim mi yani? Söylerim. Orada (TRT’de) söyleyemiyordum. Mesela bir türkü daha:

Gülden yanak soldu mu ola?
Yerden yanı uldu mu ola?
Yiğidimin ela gözünü
Karıncalar oydu mu ola?

Bir fotoğraf düşün şimdi. Bu bir Mehmet. Bu bir asker. Propagandaya giriyormuş. Yapma emmoğlu. Öyleyse bir şeyler saklıyorsunuz.      

Gitme Yemen’e Yemen’e
Karışır tozu dumana
Mektubunu sal gardaşım
Ananı koyma gümana

Yemen türküsüdür bu da. Analar ağıt yakmışlar çocuklar dış ülkeye savaşa gitmesin diye. Bunların bir tanesini söyleyemezsin TRT’de.

“Benim ve arkadaşlarımın devirdiği duvarı kim örebilir bir daha oraya?”

Türküler için TRT ötesi bir çaba sarf ettiklerini ve kurumdaki denetlemeler yüzünden halka ulaşmayan türküleri halka ulaştırarak tabuları yerle yeksan ettiklerinin altını çizen Musa Eroğlu, acıklı bir Kırıkkale türküsünden örnek vererek şöyle konuşuyor, “Türküler doğumdan ölüme bizi anlatır. Türkü biziz. Biziz o. Aşık Said bir ağıt yakmış. Kırıkkale türküsüdür. Köylerde kaynana gelin kavgası çok olur. Olay da Toklümen köyünde geçiyor. Gelin, çocuğuyla beraber intihar ediyor. Çünkü kaynanası geline, çocuğunun başkasından olduğunu söyleyerek iftira atıyor. Gelin kendini suya atıyor ama geride bir not bırakıyor. Notta şu yazıyor:

Son bakışım oldu Toklümen’in köyüne
Ağlayı ağlayı indim ırmak kıyına
Hangi zalım doktor baktı senin suyuna
Ağla anam kaderime, yazıma
Hem canıma kıydım hem de kuzuma

Giyemedim soyka çıksın içliğim
Evde yoktu analıkla dirlik dışlığım
Cuma gecesiydi sabah kuşluğum
Ağla anam kaderime, yazıma
Hem canıma kıydım hem de kuzuma

Bunu TRT’de söyleyebilir miyiz acaba? Şimdi söylüyoruz ama. Çünkü binlerce radyo ve televizyon var. Besteyi çalmıyorlardı bir ara. Neymiş? Anonim türkü olacakmış. Şimdi TRT diye bir şey yok zaten. O duvar yıkıldı. Duvarın önündeyim ben. ‘Firariyim firari/ Unutmam eski yâri/ Gönlün gündüz benimle/ Geceleri firari’ diyorum türkümde. Duvar muvar yok artık. Ulaşmışız oraya. Halkın yanındayız. Türküler artık milyonlarca tıklanıyor. TRT’deki birtakım tavuk mühendisi türküleri denetleyecek ki ben size ulaşayım. Benim ve arkadaşlarımın devirdiği duvarı kim örebilir bir daha oraya? O duvar göçtü.”

“TRT’de bir ara uzun havaları yasaklamaya kalktılar”

TRT’de bir dönem anarşi yarattığı gerekçesiyle uzun havaların yasaklandığını da söylemeden geçmiyor Musa Eroğlu. Bunu yapan kurumsal yapının sanatsal cehaletini izah etmek için bir anısını da “TRT’nin türkücülerinden birine ‘Bana bir kıllı köpek türküsü söyler misin?’ dedim. Çok bozuldu. Halbuki ben ona ‘Bir barak söyle’ demiştim. Barak, kıllı köpek demek, av köpeği. Niye bozuluyorsun? Okuduğun türküden de haberin yok” cümleleriyle paylaşıyor bizimle. Ancak TRT için ‘okul’ nitelemesi yapıldığını hatırlatıyoruz sanatçıya. “İşte okul bu” diyerek konuşmasını şöyle sürdürüyor, “TRT okuldu. Sabah çiftçilere Musa emmi ders verdiği, tiyatro oynadığı zaman okuldu. Sonra okul mokul kalmadı. Bir ara uzun havaları yasaklamaya kalktılar. Ben o zaman mahalli sanatçı olarak çalıp söylüyordum. Neden? Efkar veriyormuş, anarşi yaratıyormuş uzun havalar. Bunu söyleyen adam ölmüştür ama ben TRT’nin zihniyetinden bahsediyorum.”

Siyaset üstü sanat politikasıyla ‘Mihriban’ı besteliyor

Hani dedim ya Musa Eroğlu; din, dil, ırk, mezhep ve her türlü siyasi duruş ayrımından çok uzak, hepsini kendi gönül potasında eriten siyaset üstü bir sanatçı diye. Şimdi de halen devam ediyor olsa da, aynı siyasi görüşlerdeki insanların birbirini bayraklaştırdığı, farklı görüşlerdeki insanlara ket vurduğu dönemin en çetin yaşandığı yıllarda ayrımcılığa yine okkalı bir tokat atarak Abdurrahim Karakoç’un Mihriban şiirini besteliyor o. Karakoç’un mertliği, dürüstlüğü ve şairliğine hayranlığını gözlerinden okumamak müthiş bir cahillik emaresi. Karakoç deyince boğazı düğümlenen ve bardağındaki suyu yudumlayarak konuşmasına devam eden Musa Eroğlu, tıpkı diğer türkülerinde olduğu gibi Mihriban’la da geçmişe ve geleceğe insan gibi yaşamanın, ötekileştirmeden birlikte var olabilmenin, hatta daha güzel var olabilmenin en etkili örneğini sergiliyor yıllardır. Şimdi ülke sınırlarını bile aşan Mihriban’ı dünyanın her bir yerinde her söyleyen kişi “öteki yok aşk var” diye haykırıyor, dinleyen de aşkın bu haykırışı dinliyor. İşte bu aşk ile bir inanmışlığa bağlanmanın en hakiki ispatı Mihriban.

“Abdurrahim Karakoç kuru birisi değil”

Muhabbetin en can alıcı noktalarından biriydi de Mihriban’dı. Dillere destan olan bu türkünün hikayesini nasıl merak etmeyelim? Ve merakımıza yenik düşüyor, sormadan geçmiyoruz türkünün kendisinde bıraktığı o derin izi. “1962’de okumak için bir şeyler aradığımda Abdurrahim Karakoç diye birini yakaladım” diyerek başladığı Mihriban anısını şu sözlerle sürdürüyor, “Hasan’a Mektuplar diye bir fasikül buldum. ‘Mektup yazdım Hasan’a/ Ha Hasan’a ha sana’ diye devam ediyor. Bağrı yanık biri herhalde dedim. Ama biraz fazla yanık. Düşünsene, ‘Unutmak kolay mı deme?/ Unutursun Mihriban’ım/ Oğlun, kızın olsun hele/ Unutursun Mihriban’ım’ diyor. Anadolu’da yüzlerce vardır. Ama böyle manzum değil. ‘Zaman erir kelep kelep/ Meyve dalda kalmıyor hep/ Unutturur birçok sebep/ Unutursun Mihriban’ım…’ Konuşan bir adam var. Töreler kızı başkasına veriyor. Son konuşmalarında ‘Seni hiç unutmayacağım’ diyor kız. O da ‘Unutursun’ diyor. ‘Hayat böyle bu gemide/ Eskiler yiter yenide/ Beni değil kendini de/ Unutursun Mihriban’ım…’ 1979’da plak yaptım. Ama daha önce Kayserili sanatçı Zekeriya Bozdağ okumuş. Plağını buldum. Ondan sonra Karakoç’u bulmam lazım dedim. Fasiküle filan baktım. Siyasi olarak bir grubu, bir düşünceyi anlatıyor. Onu vurguluyor. O zaman tanıdım Karakoç’u. Köyleri çok iyi biliyor. Kuru birisi değil. Karakoç’u araştırırken ‘Sarı saçlarını deli gönlüme/ Bağlamışım çözülmüyor Mihriban’ı yakaladım ve besteledim.”

“Karakoç ile bir cümle bile siyaset konuşmayan tek adam benim”

Abdurrahim Karakoç’a ait ilk bestesinin “İsyanlı Sükut” olduğunu söylüyor Musa Eroğlu ve devam ediyor, “ ‘Gitmişti makama arz-ı hâl için/ Bey dedi, yutkundu, eğdi başını’ diyordu. Bunlar tam benim tarzım. Eleştirel, vurucu. Kuru şeyleri hiç sevmem ben. Çok iyi bir ahbaptı Karakoç. Benim kızımın sahibi ve müdürü olduğu okula sürekli gelip giderdi. Kızım da onlara gider gelirdi. Karakoç ile bir cümle bile siyaset konuşmayan tek adam benim. Hiç konuşmadık. Gerek duymadık. Gerek yok çünkü. O da biliyor meseleyi, ben de biliyorum. Karakoç müthiş bir şair. Çok beste yaptım ondan. Sayısını bilmiyorum ama bayağı var. Karakoç’tan ‘Eskimeyen Türkü’ diye bir beste yaptım.

Doğmaya gayret et bebek
Sonra geç kalırsın yağmaya bebek
Tez çık, haram süt bul, kundak bul

Vurguncu vursun, soyguncu soysun
Sen ana karnında boşa durursun
Doksan günde çık gel, dokuz ay dursun

Acele et, geç kalacaksın yağmaya
Kahrolası düzen geçip gitmeden
Her köşede üç-beş baykuş ötmeden
Yetiş devlet malı deniz bitmeden

Sahnelerde 40 yıldır bunları söylüyorum ben.

Abdurrahim Karakoç’un Mihriban türküsüne ilk tepkisi

Abdurrahim Karakoç ne istediğini bilen, lafını esirgemeyen ve kolay kolay beğenen bir insan değil. Onun bu karakter yapısına binaen Mihriban’ı ilk dinlediğinde verdiği tepkiyi merak ediyor ve soruyoruz. Musa Eroğlu, şairin ilk cümlesinin “Bestekarlara şiirlerimi yasakladım, düzgün besteleyemiyorlar” olduğunu söyleyerek konuşmasına şöyle devam ediyor, “Adam haklı. Uyduruk melodiler. Karakoç onu anlatmıyor ki. Karakoç ile ilgili bana gelen eleştiriler de oldu. Siyasi duruşundan dolayı. Ama biz Karakoç ile konuşacağımız siyaseti konuştuk. ‘Lambada titreyen alev üşüyor/ Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban’. Aşkı olmayanın sanatçılığı mı olur? Adam bile olamaz be ne sanatçısı. Aşk deyince ötesini aramayacağız. Hemfikiriz. ‘Yar deyince kalem elden düşüyor.’ Yazacak bir şey kalmıyor. Bir manifestodur Mihriban. Aptal değil bu millet. 35 senedir Mihriban dinliyor. Çünkü ‘Aşka hudut çizilmiyor.’ Bunu herkes biliyor. Zorlamayın insanları. Türkülere karşı gelmeyelim. O bizi yönlendirir. Kötü bir yere götürmez türküler. Kendine götürür.”

“Yaşamda sadece sevgiye inanıyorum”

“Türküler bana hep beni, hep aşkı hatırlatıyor. Başka bir şey hatırlatmıyor” diyor sanatçı. Aşktan, sevgiden gayrı ne varsa reddederek şu ifadelere yer veriyor, “Yaşamda sadece sevgiye inanıyorum. Başka bir şeye inanmıyorum. Onsuz olabilir mi? Aşksız nasıl yaşayacaksın? Ölü olarak mı? Ama ben yaşamak ve yaşatmak istiyorum. Mevlana, Mesnevi’de diyor ki, ‘Burnuma aşk kokusu gelmiyorsa mabedde/ Orası mabed değil tapınaktır.’

“Türkülerin edebi içeriği boşaltılıyor. Yaşam tabulara boğdurulmuş”

Türküye dair çileleri sırtında bir ömür taşıdıktan ve verdiği onca mücadeleden sonra bağlamaya eline ilk zamandan bu yana türkülerde, ozanlıkta ve bu gelenekteki değişimi de “O kadar çok kaybımız var ki” cümlesiyle değerlendiriyor usta sanatçı. “Edebiyatta dünyaları yıkmışız” diyor ve devam ediyor, “Sadece edebiyat mı? Her şey. Yürekli birisinin elini tutup öpemiyorsun bile. Sen ölüsün zaten. Türkülerin edebi içeriği boşaltılıyor. Yaşam tabulara boğdurulmuş. Öcü olarak görüyorsun her şeyi. Aşka çok duyarlı bir sanatçıyım ben. Çünkü aşkın estetiğini yaşıyorum. Ağıdını bile güzel yakıyorum.

Kalk gidelim karanlıklar basmada
Yüce dağlar yolumuzu kesmeden
Deli poyraz deli deli esmeden
Uyan benim bahtı karalım uyan
Uyan yaramızı saralım uyan

Hani nerde bala banmış sözlerin
Dersini ceylandan almış gözlerin
Gazel dökmüş gülümseyen yüzlerin 
Uyan benim bahtı karalım uyan
Uyan köyümüze varalım uyan

“Aşk yoksa hayat yok. Nokta”

Türkülerin edebi anlamda içinin boşaltıldığını söylerken besteciliğin geldiği noktaya da değinmeden geçmiyor ve yine mevzuyu aşka bağlayarak, “Yapamazlar, öyle bir enerjileri yok” diyerek sürdürüyor konuşmasını, “Aşk deyince ötesini arama. Karakoç cevabı vermiş zaten. O düzeyde şiir yazan üç-beş kişiden biridir Karakoç. Olsa ben bestelerim zaten. Bulurum onu. Ama yok. Ve son olarak diyorum ki, ‘Aşk yoksa hayat yok. Nokta.”

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
Abdullah Kekil Yaşam Mücadelesini Kaybetti
Abdullah Kekil Yaşam Mücadelesini Kaybetti
Başkan Kalın, “Deprem bölgesi hâlâ enkaz altında, Mücbir Sebep Halinin uzatılması şart”
Başkan Kalın, “Deprem bölgesi hâlâ enkaz altında, Mücbir...