RÖPORTAJ: NARİN DEMİRCİ
O bir ressam, bir heykeltraş, çağdaş minyatür sanatçısı, öğretim görevlisi… Birçok sanatsal unvanı taşısa da en önemlisi o bir sanat milliyetçisi aslında… Atatürk Üniversitesi Resim-İş bölümünden 2002 yılında mezun olduktan sonra memleketine dönerek bilfiil sanat faaliyetlerine başlıyor. Kahramanmaraş’ın Türkoğlu ilçesinde dünyaya gelişinden midir bilinmez ama kendisini Türk tarihi ve kültürünü yaşatmaya adıyor o. Gelenek düşkünü bir sanatçı olduğundan minyatür sanatına özellikle ilgisi olsa da gelenekseli çağdaşlaştırarak sürdürüyor sanat yolculuğunu ve “Cumhuriyet Dönemi Türk Minyatür Sanatının Özellikleri” başlıklı yüksek lisans tezinde “çağdaş” ifadesini kullanarak farkını ortaya koyuyor. Ancak bir yandan ortaya koyduğu sanat milliyetçiliği ve idealist tavrı yüzünden bir kesim tarafından kendisine alınan tavırlar, diğer taraftan ise yaşanan doğal afetler zaman zaman yoluna engeller çıkarıyor. Fakat o, şairin “Adam Ol Yeter” diye seslendiği “Engeller çıkarsa pes etme sakın/ Ölümüne giden bir tavır takın/ Kışlar bahar olur, uzaklar yakın/ Hedefe yürüyen adam ol” dizelerindeki gibi ülküsüne odaklanıyor ve hedefine yürümekle kalmıyor adeta uçuyor. Asrın felaketi olarak nitelendirilen 6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinde atölyesi yerle bir olsa da eserlerinde sıklıkla yer verdiği anka kuşu misali yeniden doğuyor küllerinden ve azmini katlayarak, ilklere imza atarak devam ediyor yoluna. Resimle ve çağdaş minyatürle başladığı sanat serüvenini “Şehitlikleri mezar formundan çıkartmak istiyorum” diyerek anıt heykellerle taçlandırıyor şimdilik. Şimdilik diyorum çünkü heykel onun idealleri için bir zirve değil. Onun hedefi çok daha büyük, çok daha ulvî. Şimdilerde Güzel Sanatlar Fakültelerine öğrenciler yetiştiren aynı zamanda da üniversitede öğrencilerine ders veren bir hoca olarak kendisiyle; hem eğitimci hem de sanatçı duruşunu ve sanatındaki o büyük hedefini konuştuk.

SANAT BÖLÜNMEZ BİR BÜTÜN
İsminin önünde birçok sanatsal unvanı barındıran bir sanatçı Ahmet Akkurt. Resimde de minyatürde de heykelde de farkını göstererek adından söz ettirmeyi başarıyor. Farklı dallarda başarı sağlamasının nedeni ona göre sanatı bir bütün olarak değerlendirmesi. Çünkü onun bakış açısında sanat bölünmez bir bütün. Hatta bir ressam, bir heykeltraş; müzikten, operadan dahi anlamalı diye düşünüyor. “Entelektüel bir insan resimden müziğe kadar bütün sanat dallarını bilmeli. Birçoğunu icra bile etmesi gerekiyor ki konuya hâkim olsun” diyen Akkurt, “Zaten görsel sanatlar işimiz bizim. Ama bunun yanında müzikten de tiyatrodan da sinemadan da anlamam, görsel sanatların da bütün tekniklerini bilmem gerekiyordu. Her sanatın kendi dili var. O dili bildikten sonra o sanatı iyi anlarsın” ifadesini kullanıyor. Üniversitede farklı sanat dalları hakkında kısmen bilgi verildiğine ancak sanatçının gelişiminin kendi çabasına bağlı olduğuna da işaret ediyor.



TÜRKLER MİNYATÜRÜ EN YÜKSEK SEVİYEYE ÇIKARTMIŞTIR
Birçok sanatla iştigal etmesine rağmen neden minyatür resimde yoğunlaştığını hatta mevzuya daha bilimsel yaklaşarak yüksek lisans tezini de minyatür üzerine yazma sebebini soruyoruz sanatçıya. Neydi kendisini çeken tılsım? “Ben geleneksel sanatları seviyorum” diyerek verdiği cevabı şöyle sürdürüyor Ahmet Akkurt, “Geleneksel sanatlar dediğimiz şey Türk sanatı. Orta Asya’dan buralara kadar gelen sanat. Türklerin var olduğu süreçten günümüze gelen, aktarılan sanat. Tezhip, hat, minyatür, çini, kat’ı, ebru gibi konular giriyor bunun içerisine. Minyatür bütün milletlerde vardır aslında ama Türkler en yüksek seviyeye çıkartmıştır. Ben de kendimi ve milletimi sevdiğim için bunu uygulamaya çalıştım.”
“MİNYATÜR, ALLAH’I ANLATAN EN GÜZEL RESİM SANATI”
Ancak minyatüre olan bu ilginin karşılığı sadece “milliyetçilik” ya da “geleneksel bir duruş” olarak yeterli miydi? Zira “Türk sanatı” büyük bir şemsiye iken ve birçok sanatı o semsiyenin altında bulundururken başka bir sebebi daha olmalıydı minyatüre olan bu sevdasının. Sohbeti biraz daha derinleştirdiğimizde, “Minyatür, Allah’ı anlatan en güzel resim sanatı. İnancıma ve Türklüğe çok uyan sanat” diyor sanatçı. Niçin Allah’ı en güzel anlatan resim sanatı olarak gördüğünü ise “Çünkü sınır yok. Kendi kuralları vardır ve o kurallar içinde sınırsızdır. Doğruyu anlatmaya çalışır minyatür. Bir şeyi en doğru, en basit ve en güzel şekliyle anlatma sanatıdır. Aslolan konuyu anlatmaktır. Bir savaş düşünün. Binlerce insan var. Yağlıboya perspektifte öndekini büyük yapacaksın, arkadakileri gösteremeyeceksin. Mesela Sultan Alparslan, Malazgirt Zaferinde ordunun ortasındadır. O yüzden normal resim perspektifine göre büyük çizemezsin. Ama minyatürde yaparsın. En sondaki kişiyi de ortadakini de en öndekini de büyük yapabilirsin ve hepsini bir karede gösterebilirsin. Normal resimde bunu yapamazsın. Modern sanatta anlatım zayıftır. Minyatürde anlatım daha kolay ve daha güçlüdür” cümleleriyle açıklıyor.

“HER ŞEY PAYLAŞILMAZ AMA SANAT PAYLAŞILMASI GEREKEN BİR KONU”
Minyatür resmin modern resme karşı anlatım bakımından ezici üstünlüğünden bahsederken, modern sanata da asla karşı olmadığının özellikle altını çiziyor. Kendisinin de o alanda eserler verdiğini belirten Akkurt, “Çağdaş resimle, soyut sanatla sanatçı sadece kendi iç dünyasını ifade ediyor. Ama kimse anlamıyor. Bir tek kendisi anlıyor. Belki birkaç da sanatçıyı bilen kişiler anlıyor ne demek istediğini. Karşı değilim, ben de yapıyorum. Ama kendim için yapıyorum o tarz eserlerimi. Çünkü modern resim ve soyut resimler herkes için bir şey ifade etmeyebilir. Ama minyatürü herkes anlayabilir. Küçük bir çocuk da anlayabilir, 80-90 yaşındaki bir insan da anlayabilir. Benim amacım resmi sadece kendime yapmak, kendimi doyurmak değil. Hayat paylaşırsan güzelleşir, büyür. Sanat da bunlardan biri. Her şey paylaşılmaz ama sanat paylaşılması gereken bir konu” diyor.
MİNYATÜR SANATI NEDEN OSMANLI’DA ZİRVE DÖNEMİNİ YAŞADI?
Tezini minyatür alanında vermiş ve konuyu bilimsel açıdan derinlemesine incelemiş bir sanatçıya literatüre geçmiş bir konuyu da sormadan geçemiyoruz. Osmanlı’da minyatür resmin gelişme nedeni gerçekten o dönemde klasik resme “günah” gözüyle bakılması mıydı? Ve hakikaten Osmanlı’da klasik resme insan tasvirlerini birebir yansıttığı için din mevzu edilerek karşı mı çıkılıyordu? Sanatın ilmî yönünü akademik düzeyde araştırmış bir sanatçı olarak, “Buna kesinlikle katılmıyorum. Bunları yazanlar minyatür resmi yapan insanlar değil” diyor bu soruya Ahmet Akkurt ve şöyle devam ediyor, “O zamanlarda savaşları, zaferleri kitaplarda anlatabilmek ve kitaba sığdırabilmek için minyatür tercih edilmiştir. Yoksa küçücük bir kitap sayfasında hiçbir şey anlatamazsın minyatür dışında. Klasik resimde bir insan figürünün sadece yüzünü çizerken, minyatürde elbisenin içindeki kalbini, organlarını dahi çizebilirsin. Maalesef bu konu literatüre geçtiği gibi değil. Her millet minyatür yapmıştır. Ama bizimkisi daha sade, daha konuyu anlatan ve konuya odaklanan resimdir. Osmanlı sanatı da değil aslında bu. Türk minyatür sanatı. Sadece en güzel seviye Osmanlı’da oldu.”

“BENİM ESERLERİM BİR OSMANLI MİNYATÜRÜNÜ ANIMSATMAZ”
Minyatürün geleneksel bir sanat dalı olduğu vurgusunu yapan sanatçıya kendisinin “çağdaş minyatür sanatçısı” unvanını kullanmasıyla birlikte duyduğumuz “çağdaş” kavramını gelenekselle nasıl bütünleştirdiğini ve ne tür farklılıklar icra ettiğini de soruyoruz. Geleneksel olan şeyin canlı değilmiş gibi algılandığını belirten Akkurt şöyle konuşuyor, “O da sürekli değişir ve gelişir. Minyatür sanatçılarımız 100 yıl, 600 yıl önceki minyatürlerin dışına çıkmıyorlar. Ben onu yapmıyorum. Çünkü artık değişmesi gerekir. Mesela artık kitapların içinden çıkması gerekiyor ya da illa ki 15 santimetrelik olması gerekmiyor. İki-üç metre boyunda hatta imkân verseler de binaya minyatür giydirsem. İlk minyatüre başladığımda bu tepkiyi almıştım. Yaptığım çalışmaların çok büyük olduğunu söylüyorlardı. Ben atalarımı taklit etmiyorum. Onlardan beslenip kendi işimi, kendi tarzımı koyuyorum ortaya. Osmanlı minyatürüyle benim çalışmalarım arasında ölçüde, çizim tarzında, kullanım alanlarında ve renklerde farklılıklar var. Benim eserlerim bir Osmanlı minyatürünü anımsatmaz. Sadece oradan esinlenirim. Osmanlı minyatüründe insan kafaları çok büyüktür mesela. Çalışmaları daha düz ve aynı büyüklüktedir. Sadece konu gereği bir şeyi büyütmek istediğinde büyük yapmışlar ama yine de çok büyük değildir.”

“TÜRK TOPLUMU EN MODERN İNSAN TOPLUMUDUR”
Osmanlı dönemindeki minyatür çalışmalarında renklerin sabit olduğunu da belirtiyor. Kırmızı, lacivert ve birkaç renk tonunun kullanıldığını da ekliyor. “Minyatür o dönemde ya kitabın içindeki bir konuyu ya da padişahı ve üst sınıfı anlatmak için kullanılmıştır. Ama günümüzde biz sadece cumhurbaşkanının, zenginlerin ya da bürokratların hayatlarını işlemiyoruz. O dönemde sadece bu konuları işlemişler. Günümüz minyatür anlayışında sanatçı istediği rengi kullanabiliyor, istediği konuyu işleyebiliyor ve istediği yere yapabiliyor. Bu da insanı çağdaşlaştırıyor” diyor. Osmanlı döneminde sadece hâkim sınıfın minyatür çalışmalarının yapılması durumunun Avrupa’da da aynı şekilde sürdürülmüş olduğunu söylüyor sanatçı. “Onlar da kilisenin dışında resim yapmamışlardır. Hepsinin işi devlet konusu ve kiliselerdi” diyen Akkurt, “Onlar da şu an istediklerini yapıyorlar. Onlar özgür de biz gericiyiz diye bir şey yok. Bizim toplumumuz daha özgür aslında. Ama hep yanlış anlatıldığı için her konuda biz gericiyiz, tutucuyuz şeklinde algılanıyor. Aksine Avrupa insanı daha tutucu ve gerici. Sadece bizim insanımız bilmiyor bunu. Ya da içimizdeki kriptolar bizi kötü göstermek için, toplumu bozmak için böyle anlatıyor. Yoksa Türk toplumu en modern insan toplumudur. Hangi açıdan bakarsanız bakın. Biz İslamiyet’i kabul edince Araplaşmadık. Ama bizi öyle yansıtmak istiyorlar. Sanatımız da öyle. Arap sanatı değildir minyatür” diyerek zaten Osmanlı’nın da Arap değil Türk olduğunun altını çiziyor.
“MİNYATÜR YAPMAK KÜÇÜK RESİM YAPMAK DEĞİLDİR”
Minyatürün bir Türk sanatı olduğunu vurgularken, “Aslında minyatür resme Türk resmi dememiz gerekiyor” diye de iddialı bir cümle kurarak “küçük resim” denmesinden de rahatsızlık duyduğunu söylüyor. “Minyatürü zamanında yabancılar yorumladığı için ya da bizimkiler yabancılara göre yorumladığı için ‘küçük resim’ demiş çıkmışlar için içinden” ifadesini kullanan sanatçı böyle söyleyenleri sert bir dille eleştirerek, “Türk resmidir minyatür resmi. Ama literatüre öyle geçtiği için hâlâ küçük resim deniyor. Öyle bir şey yok. Minyatür yapmak küçük resim yapmak değildir. Bize özgü geliştirilmiş bir tekniktir bu” diyor.
“CUMHURİYET’İN İLANINDAN 1950’YE KADAR MİNYATÜR ÇALIŞMASI YAPILMAMIŞ”
Minyatür sanatı Osmanlı döneminde zirveyi yaşasa da Cumhuriyet’in ilanından sonra ciddi anlamda gerilediğini de söylemeden geçmiyor. Ancak 1950’lerden sonra ivme yaşandığının özellikle altını çizen sanatçı, “O zamanki hükümetin, devleti kuran yapının sanata bakış açısından kaynaklanıyor. Çünkü minyatür resim uygulatılmamış ve yasaklanmış. İran devam ettirmiş ve şu anda çok iyi durumda. Ama bizde Cumhuriyetle beraber uzun süre yapılmamış. Çünkü insanlar çağdaşlaşmayı, modernleşmeyi Batılılaşma gibi gördükleri için, kendi kültüründen vazgeçtikleri için 1950’den sonra çalışmaya başlamışlar tekrar. Cumhuriyet’in ilanından 1950’ye kadar minyatür çalışması yapılmamış. Ancak 1980’den sonra hocalarımız eser ortaya koymaya başlamış” diyerek şu an oldukça fazla minyatür resim sanatçısı olduğunu kaydediyor.
“MİNYATÜR RESİMLERİMİN ÇALIŞMASI YAPILARAK HEYKEL OLARAK DA KULLANILABİLİR”
Son yıllarda “Şehitlikleri mezar formundan çıkartmak istiyorum” diyerek çıktığı heykel yapma yolculuğunda alışılmışın dışındaki şehitlik anıtlarıyla farkını ortaya koyan sanatçı, heykelde de rüştünü ispatlıyor. Resim ve minyatürün ardından heykele yönelme nedenini, “çizmiş olduğu her şeyi heykelleştirmek” olarak değerlendiriyor. “Bütün tekniklerde yaptığım şeyi kurgulamak için heykele yöneldim. Yaptığım işleri önce kurşun kalemle çizerim, sonra yağlı boyasını yaparım. Daha sonra da minyatür resmini ve sonunda heykelini yapıyorum. Önceden yaptığım kurşun kalem, yağlı boya, minyatür konularının hepsinin şu anda heykellerini yapıyorum” ifadelerine yer veren sanatçı, “Diğer geleneksel minyatür resimleri heykel olarak algılanamaz. Ama benim minyatür resimlerim, çalışması yapılarak heykel olarak da kullanılabilir. Yani minyatür resmin bütünü içerisinden figür alınıp heykeli yapılabilir rahatlıkla. Ya da sadece resimsel olarak bakılabilir. Ama bütünde minyatür tekniğidir çalıştığım. Çok ince çizgidir bu. Farkımdan biri de budur. Mesela Ahi Evran’ı minyatür olarak çizmiştim. Ama o figürü çekip heykelini de yaptım. Minyatür çizimlerimi üç boyutlu hale getirdim yani. Yaptığım iş resimde de minyatürde de heykelde de en iyisi olmalı” diyor.
Bütün sanat dallarında en iyiyi yakalamaya çalıştığını gördüğümüzde ve yaptığı işlerdeki sıra dışı başarıya baktığımızda Douglas Malloch’ın “En İyisi” şiirini bütün hücreleriyle yaşadığını fark etmemek elde değil Ahmet Akkurt’un. Ne diyordu Malloch şiirinde, “Dağ tepesinde bir çam olamazsan/ Vadide bir çalı ol/ Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın/ Çalı olamazsan bir ot parçası ol bir yola neşe ver/ Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol/ Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın/ Hepimiz kaptan olamayız tayfa olmaya mecburuz/ Dünyada hepimiz için bir şey var/ Yapılacak büyük işler küçük işler var/ Yapacağınız iş size en yakın olan iştir/ Cadde olamazsan patika ol/ Güneş olamazsan yıldız ol/ Kazanmak yahut kaybetmek ölçüyle değildir/ Sen her neysen onun en iyisi olmalısın.”


“TÜRKOĞLU ŞEHİTLİĞİNDEKİ ASIL HEDEFİM TÜRK TARİHİ ŞEHİTLİĞİYDİ”
Heykele yönelme nedenlerinden birini de “daha fazla kalıcılık” olarak değerlendiren sanatçı şöyle konuşuyor, “Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi’nin takvimlerine minyatür çalışmıştım. Büyük resimler yaptım mesela 3-5 sene saklanmış ama yağmur, yaş değince bozulmuş. Şimdi heykel yapıyorum. Ne yağmurda bozuluyor ne de yaşta. Heykelle doğaya açılabildim. Şehrin girişine, Türkoğlu’na şehitlik yaptık 1962’den günümüze polis ve asker şehitleri için. Üniversite’nin girişine deprem şehitleri anıtı yaptık. Üniversitenin şehit olan akademik personelleri ve öğrencileri anısına yapıldı. AKEDAŞ İlkokulu bahçesine yine şehitlik anıtı yaptık. İcra ettiğim bütün sanatlarda kesinlikle geçmişimi işlemeye çalışıyorum. Türkoğlu şehitliğindeki asıl hedefim Türk tarihi şehitliğiydi aslında. Mete Han’dan alıp Sütçü İmam’dan günümüz askerlerine gelecektim. Ama imkân ve şartlar sadece günümüzü işlememize el verdi. Ben geçmişten besleniyorum. Geçmişi modern bir şekilde günümüze yansıtmaya uğraşıyorum. Geçmişten beslenmiyorum diyen yalan söyler.”
.jpeg)

.jpeg)
.jpeg)

“BİR ÖĞRETİ ASLINDA YAPTIĞIMIZ ESERLER”
Kahramanmaraş’ın muhtelif yerlerinde ilkleri gerçekleştirdiği şehitlik anıtları bulunan sanatçı Ahmet Akkurt, yaptığı bu çalışmalarıyla da buram buram Türk kültürünü yansıtıyor. Zümrüdü anka ya da Tuğrul kuşu gibi figürler kullanıyor mesela eserinde. “Zümrüd-ü Anka hiçbir zaman ölmez, küllerinden yeniden doğar. Şehitlerimiz de yeniden doğuyor. O amaçla her şehide bir kuş yaptım. Aynı zamanda kuşlar bayrağımızın rengini alıyor. Kırmızı kullanmamın nedeni de bu. Klasik bir bayrak formundan çıkmak istedim. Şehitlerin fotoğraflarının tek tek yer aldığı bir başka şehitlik yok. Genelde mermer bir taş ve taşın üzerine şehitlerin isimlerini yazıyorlar. Hilalde kelime-i tevhid, yıldızda ise besmele yazıyor” diyor. Veya asrın felaketi olarak nitelendirilen 6 Şubat depremlerinde hayatını kaybeden eğitim camiası şehitleri anısına AKEDAŞ İlkokulu bahçesine deprem şehitliği yapıyor. Minik öğrencilere de yine öz kültürlerini aşılamak için özel detaylara yer veren sanatçı, “Türk tarihinde Tuğrul kuşu çok önemli. Şehitlerimiz bizim tuğrul kuşlarımız. Onlar ölmediler. O yüzden kitap formu, tuğrul kuşu misali yükseliyor. Bir başka eserimde şehitlerimizin fotoğraflarını, isimlerini ve kısa bilgilerini içeren çalışmanın ortasına da dev Türk bayrağımızı yerleştirdik ve park oluşturduk. Bunu da insanlar parka geldiklerinde uygunsuz vaziyette oturmasınlar, dua etsinler, bir şeyler öğrensinler diye yaptık. Bir öğreti aslında yaptığımız eserler. İnsanın kendine gelmesi” diye konuşuyor.
.jpeg)
.jpeg)

ATÖLYESİNİN YANMASINDAN BİLE BİR ŞEY ÖĞRENDİ
Sanat tarzı ve duruşuyla farkını hissettiren ve de ucundan tuttuğu işin hakkını vermeden bırakmayan sanatçı, başarısını ise kibirsizliğe bağlıyor. Konuştukça içinden bambaşka bir eğitimci modeli çıkan Akkurt, “Birinden fikir almaktan gocunmam. Öğrencime de hocalarıma da konuyla alakasız kişilere de sorarım” diyor. Öğrenmenin sınırsızlığını bütün benliğinde hissediyor, bu yüzden sosyal hayatında da bilgiye aç bir öğrenci gibi davranarak ustalardan bilmediklerini öğrenmeye çalışıyor. “Yeni yeni öğrendiğim şeyler var” diyen sanatçı konuşmasını şöyle sürdürüyor, “Kimyasal malzemelerle uğraşıyorum mesela. Ama ben kimyacı değilim ki. Hızlandırıcı, sertleştirici ve polyester var mesela. Satıcı bana, ‘Hızlandırıcı ve sertleştiriciyi yan yana koyarsan patlar, alev alır’ dedi. Öğrencilerime de bunu söyledim. Bazı geveze öğrencilerim denediler. Patlıyor gerçekten. Geçen gün atölyede çalışma yaparken sertleştirici, pigmentin üzerine biraz fazla döküldü. Sonuçta sertleştirici. En fazla boyayı sertleştirir diye düşündüm. Sonuçta kimyacı değilim. Arkamı dönünce patladı. Atölye alev aldı, zor söndürdüm. Yeni bir bilgi öğrenmiş oldum. Demek ki sertleştirici, pigmenti yakıyor. Çalıştığım heykellerin hepsinde birçok mühendisle fikir alışverişi yaparım. Ondan sonra çalışmama geçerim. Malzemelerin dayanıklılığını, birbirini taşıma gücünü hep mühendis ve ustalarla istişare ederek yaparım. 10 metre heykel çalışmak istiyorsan, bir mühendisle çalışmadan asla yapamazsın. Sürekli öğrenme içindeyim. Gerçek sanatçıları, iyi ustaları dinlerim. Bunlar benim için birer derstir.”

KÂĞIT YAPIMINI ÖĞRENCİSİNDEN ÖĞRENİYOR
Sadece sosyal hayattaki öğretiler değil yetiştirdiği öğrencileri bile öğretmen kabul ediyor kendisine o. “Atölyemde yıllardır öğrenci yetiştiriyorum. Türkiye’nin her yerinde güzel sanatlar okuyan ve mezun öğrencilerim var. Öğrencilerimin her biri benim için yeniden bir öğretmendir” diyen Akkurt, “Derslerde neler öğrendiklerini sorarım onlara. Minyatür tekniğinde kullandığımız kâğıt yapımını kendi öğrencimden öğrendim ben” diyor ve boya ezmesini de öğrencilerinden öğrendiğini vurguluyor.

“SANATÇI DOĞRUYA MUHALİF OLAMAZ”
Verdiği bütün çabanın toplumu aydınlatmak için olduğunu özellikle belirtiyor. “Sanatçı toplumu aydınlatmıyorsa sanatçı değildir bana göre. Önce kendisi aydınlanacak sonra toplumu aydınlatacak” derken sanatında ve eğitiminde ustalığını ispatlamış olmasına rağmen hâlâ öğrenme mücadelesi veriş sebebini de bu nedene bağlıyor. Sanatın büyük bir güç olduğuna fakat sanatçının toplumdan aykırıymış gibi algılandığına işaret eden Akkurt, “Sanatçı toplumdan aykırı değildir. Toplumun göremediği ya da eksik gördüğünü sanatçı görerek ve doğru aktaracak. Her zaman muhalif değildir. Sanatçı doğru olmayana muhaliftir. Tasarım yapmak isteyen insan olumlu ya da olumsuz elbette her türlü düşünmeli. Tasarım aşamasında, düşünme aşamasında sınır yoktur. Ama sanatçı doğruya muhalif olamaz. Yanlışa yanlış demeli” ifadelerine yer veriyor.

“KAHRAMANMARAŞ KALESİNE KOYACAĞIZ BAYRAK TUTAN BOZKURTU”
Sanatında ve davasında bu denli idealist olmanın, dik durmanın ceremesini çektiği de olmuyor değil. Yer yer yıldırmalar, bezdirmeler, vazgeçirtmek için yapılan mücadeleler olsa da o tutunduğu davasından asla vazgeçmiyor. Caymak şöyle dursun daha sıkı tutunuyor. “Neden Kahramanmaraş’ta duruyorsun, git başka yerde sanatını icra et” deseler de memleketini terk etmiyor o. “Onlar da öğrenecekler, bugün olmazsa yarın öğrenecekler” diyor. Milliyetçi duruşundan dolayı bazı kurumların kendisine iş yaptırmadığını söyleyen sanatçı, “Önceden çok kızıyordum ama şimdi sadece gülüp geçiyorum” diyor tıpkı şairin “Adam Ol Yeter” şiirinin devamında “Kararlı ol kim ne ederse etsin/ Düşmana el salla kör dövüş bitsin/ Sonsuza talipsen aldırma gitsin/ Hedefe yürüyen adam ol yeter” deyişi gibi. Bazı insanlarla tartışmamak gerektiğinin önemine de değinen Ahmet Akkurt, “Cahil insanla tartışmaya gerek yok. Ben bayrak tutan bozkurtu kaleye dikmeye çalışıyorum. Çünkü bozkurt Türklerin simgesinden biridir. Ayrıca bozkurt Kahramanmaraş’ın da simgesidir. Hititler döneminde aslandır şehrin simgesi. Cumhuriyet döneminde ise bayrak tutan bozkurt olmuştur. Kurtuluş mücadelesindeki bayrak olayı anısına yapılan ve kentin kalesine dikilen bir simgedir. Bozkurtu eserlerimde özellikle vurgulayışımın sebebi Kahramanmaraş’ın simgesi oluşudur. Ama bilinmeyen bir sebeple kaldırıldı kaleden. Ben anıtı yeniden yorumlayarak kaleye dikmek istiyorum. Bunu siyasi taraflara çekenler oluyor. Bizim simgemiz dondurma değil, biber değil, bayrak tutan bozkurttur. Türk milletiyiz biz. Dondurma ve biberden ibaret değiliz. O yüzden bir gün mutlaka yerine yani Kahramanmaraş kalesine koyacağız o bozkurtu ve ben bir gün mutlaka Kızılelma’ya ulaşacağım. Çünkü hedefimdir Kızılelma. Sıkıntı yok. Yavaş yavaş olacak ama mutlaka olacak. Bazı insanlar tırnaklarıyla kazıyarak bir şeyler yapar, bazılarına ise sunulur. Biz tırnağımızla kazıyarak gidiyoruz. Daha önce resimle, minyatürle giriyordum insanların evlerine ve kurumlara. Şimdi heykellerimle şehri süslüyorum. Süslemeye de devam edeceğim.”

.jpeg)
.jpeg)
.jpeg)





YORUMLAR