Bir "Narince" Hikâyesi
Reklam
Narin Demirci

Narin Demirci

Bir "Narince" Hikâyesi

03 Mayıs 2025 - 23:45 - Güncelleme: 03 Mayıs 2025 - 23:54

“Sana bakmak
Bir beyaz kâğıda bakmaktır
Her şey olmaya hazır
Sana bakmak suya bakmaktır
Gördüğün suretten utanmak
Sana bakmak
Bütün rastlantıları reddedip
Bir mucizeyi anlamaktır
Sana bakmak
Allah’a inanmaktır”

Böyle söylüyor bir şiirinin son mısralarında şair. Narince’nin hikayesini üç beş satırda anlatır gibi…

Gazetecilik mesleğine yeni başladığım, edebi anlamda da yazı ve şiirlerimi yavaş yavaş ajandanın dışına çıkardığım dönemdi Kerim hocamla tanışmamız. Çünkü onların aylık olarak çıkardığı bir tasavvuf dergisinde işe başlamıştım. Kendisi de dergi yönetimindeki tasavvuf ehli insanlardan biriydi. Ben derginin hem grafik tasarımını yapıyor hem de editörlüğünü yürütüp, orada kendime ait bir sayfa hazırlıyordum. Özgürdüm o sayfada. İstediğim şairin şiirine, istediğim yazarın yazısına yer veriyordum. Öyle güzel bir dergi ekibiyle, daha doğrusu yönetimiyle çalışıyordum ki, o dergi sayfalarında hissettiğim özgürlüğü meslek hayatımda çalıştığım hiçbir kurumda hissedemedim bir daha. Ve bir daha orada edindiğim dostlukları, deneyimleri hayatımın hiçbir safhasında edinemedim.

Hazırladığım dergide sayfalar benim, sözcükler benimdi. O kadar hürdüm ki, kendim de yazı ve şiirlerimi yayınlıyordum. İstediğim gibi ve istediğim şekilde. Özgürlük ve sorumluluk insanın gelişimindeki en önemli merhaleymiş. Dergide geçirdiğim zaman diliminde bizzat yaşayarak tecrübe ettim bunu. Şimdi hangi psikolog söylese, hangi en çok satan kişisel gelişim kitaplarından birinde okumuş olsam o kadar etkilemezdi beni. Ve bu kadar öğretici olmazdı. Özgürleştikçe yazdım, yazdıkça daha fazla gelişti kalemim.   

Tenkit değil yüreklendirme vardı çünkü orada. Hem medya camiasında hem de edebi camiada kadın olmanın faturasını ödeten bir çevreyle kolay bir mücadele vermiyordum. Zaten içine kapanık, çevresiyle arasına kalın duvarlar ören değil adeta setler çeken, kişisine göre de oldukça sert, oldukça ketum bir insandım. Verdiğim bu mücadele de beni iyice dışardan “soğuk bir nevale” haline getirmişti diyebilirim. Bunu kabul ediyorum. Hiç gülmüyordum, tebessüm bile etmiyordum desem yeridir. Ama umurumda bile değildi. İnsanlar bana soğuk demişler, asık suratlı demişler vız geliyordu. Ben kendimi rehabilite etmenin en güzel yolunu bulmuştum. Dergideki odaya kendimi kapatıp bilgisayarla ve yazılarla baş başa olmak benim için paha biçilmezdi. Hayata karşı tek terapi yöntemimdi bu benim. “Yazmasaydım çıldıracaktım” diyor ya Sait Faik… Onu benden daha iyi kim anlayabilir ki?

Her çıkan sayı sonrasında yeni bir heyecanla oturuyordum bilgisayarın başına. Bir gün yine, yeni sayının hazırlıklarını yapıyordum ki, Kerim hocam çıktı geldi dergiye ve bana, “Yazılarını, şiirlerini takip ediyorum, okuyorum Narince” dedi. İlk defa o gün duymuştum bu ifadeyi ondan. “Narince mi?” dedim. “Evet. İnce ince” dedi ve devam etti, “Yazılarında çok başkasın. Görünenin aksine çok hassas ve kırılgan birisi var orada. Ben onu gördüm. Aslında bu değil o sensin” dedi. Hatta “İki kişi gibisin. Dışın başka, için bambaşka. Narin içinde Narince” deyince oldukça gülmüştük. Nasıl unuturum? Şimdi bile aklıma geldikçe istemsizce tebessüm ediyorum söylediklerine. Ancak nutkum tutulmuştu tabii. Yıllarını birbirine vermiş insanlar birbirlerini tanımazken etrafımızda, bir insan sadece yazılarından nasıl tanınabilirdi? Çok özel bir durumdu bu benim için. Şimdilerde olsa benimle ilgili bir insanın böyle bir tespitte bulunmasına şaşırmam, yadırgamam. Çünkü o günden sonra çok şey değişti hayatımda ve kendimde. Ama o zamanlarda bu gerçekten şaşılacak bir durumdu. Oldukça ketum birisine, bir başkası çıkıp ‘Narincesin’ diyordu... Elbette şaşırtıcı idi.

O günden sonra dergiye her gelişinde kapıdan girerken, “Nasılsın Narince? İnce ince” demeye başlamıştı tebessüm ederek. Enteresan bir “Narince” furyası alıp başını gitmişti dergi camiamızda. Kerim hocamdan ‘Narince’yi duyan herkes de tebessüm ederek “Narince” demeye başlamıştı bana. Artık derginin ‘Narince’siydim ben.   

O sıralarda bir beyanname hazırlayıp noterin yolunu tuttum. Noterden çıktığımda da hocamı arayıp “Narince ifadesini artık kimse kullanamaz hocam. Resmi olarak benim oldu” dedim. Karşılıklı gülüştük. Kaç yaşında olursa olsun insan onunla o kadar rahat olabiliyordu ki… Tıpkı bir çocuk gibi… Ben de öyle oluyordum. Çocuklaşabiliyordum. Narince’nin resmiyete döküldüğünü duyunca hem çok şaşırdı hem de çok sevindi. Artık sözle kalmamış, resmiyete taşınmıştı. Ve onun ağzından çıkan bir ifadeyi resmi olarak taşımak bana çok derin bir mana hissettirmişti şu an bile tarifini asla yapamayacağım. Yazı, şiir yazmamam, ders çalışmamam için odaların bütün gece lambalarına kadar kapatılan bir evde, ışık gelmesi için perdeyi açıp ay ışığında yazdığım yazıların karşılığı idi adeta “Narince”. Görünür olmaktı belki de benim için. Anlaşılır olmaktı. Bu bir ilkti çünkü. İlk defa birisi benim hassas olduğum gerçekleri görüyor, okuyor, anlıyordu. O kadar kıymetli, o kadar özel bir durumdu ki bu benim için.      

Artık hocamla muhabbetimiz öyle farklı, öyle güzel bir noktaya ulaşmıştı ki, hiçbir şey söylemeden de anlaşabiliyorduk. Kimseye fark ettirmek istemediğim şeyleri o anlardı, o bilirdi. Hiçbir şey saklayamazdım ondan. Bir şeylere üzülmüşsem hemen hissederdi mesela. Ya da ne kadar mutlu olduğumu gözlerimden, ses tonumdan hemen anlayıverirdi. Yine canımın oldukça sıkkın olduğu bir zamandı. Anlamış olmalı ki, ertesi gün ofise geldiğimde bilgisayarıma yapıştırılmış bir not kağıdı, kağıtta da el yazısıyla yazılmış şiir buldum. Hayata karşı ümitvar olmamı isteyen, umuda dair bir dörtlüktü bu. Hâlâ saklarım dosyamda.

Artık muhabbetimize şiir bulaştırmıştı hocam. Ondan sonra da çok kez bilgisayarıma şiir iliştirip ertesi güne bana not bırakmıştır. O kadar güzeldi ki mısralarla, dizelerle anlaşmak. Muhabbetin şiir dilini bulmuş, o lisanla anlaşır olmuştuk. Şiiri görünce heyecanla telefon edip, “Hocam masamdaki şiiri siz bıraktınız değil mi?” demiştim de, “Umut fakirin ekmeği be Narince” demişti. Bu cümle ondan bana kalan en önemli, en kıymetli miras gibi adeta. Nerede umutsuzluğa kapılmış bir insan görsem, “Umut fakirin ekmeği” diyorum. İçimden de “O olsa böyle söylerdi” diye tekrar ediyorum. Ama sadece kendim duyuyorum o sesi. Sadece kendim hissediyorum o acıyı. Keşke o olsaydı da, o söyleseydi diyorum. Ya da onunla çalışmalar yapsaydık da, onun ağzından yayınlasaydım bütün güzellikleri, insanların yüreklerine umut nakşeden nükteleri. Ona açsaydık keşke gazetelerimizin en güzel sayfalarını…  

Birçok kez dinledim yaptığı tasavvuf sohbetlerini. Bakış açımıza naif bir el dokunur gibiydi ve tıpkı şairin de şiirinde bahsettiği gibi bizi “gördüğümüz suretten utandırmıştı” o naif görünmez el. O yüzden ona bakmak gerçekten bütün rastlantıları reddedip bir mucizeyi anlamaktı. Ve hakikaten ona bakmak bir kez daha Allah’a inanmaktı. 

Etrafımdaki, yanımdaki yöremdeki herkesin kadın olduğum için benim gazeteciliği bırakmama yönelik tüm baskılarının aksine, o mesleğime övgüler yağdırıyor ve asrın cihadı olarak görüyordu gazeteciliği. “Biz kalemle vereceğiz savaşımızı Narince. Ve seninle çok güzel işler yapacağız. Yolumuz bir. Sen benim basındaki sesim olacaksın” diyordu her fırsatta. Çoğunluğunu Allah demekten, İslam demekten imtina eden güruhun oluşturduğu medya camiasından asla çekilmememiz gerektiğini söylüyordu. “Kalem en önemli cihat. Bunu bil” diyordu. Bunu biliyordum zaten. İşin dışındakilerin fark bile edemeyecekleri hassasiyette, bir kelime, bir cümle, bir anlam kaymasının nelere mâl olabileceğini bizler biliyoruz. Neşteri yanlış vuran bir doktor nasıl ki bir insanın canına kast edebiliyorsa, bir gazeteci de yanlış ve çarpıtılmış ifadelerle yaptığı yayıncılıkla toplu bir katliam gerçekleştirebilir hiç şüphesiz. Üzülerek söylemem gerekirse işinin ehemmiyetinin farkında olmayanlar bu katliamı yapıyorlar her fırsatta. Kimisi bilinçli bir şekilde yapıyor bunu, kimisi de yaptığı haberlerin nelere mâl olabileceğinin farkında bile olmadan. Öyle özensiz, öyle sorumsuz. Ama çalakalem yazılmış, haber diyemeyeceğimiz metinlerle dolu haber mecraları. İşte biz bambaşka işler yapacak, yayıncılığa bambaşka bir soluk getirecektik hocamla.

İlk üniversite eğitimi için Malatya’ya gideceğim zaman bir duygusallık, bir durgunluk çökmüştü dergiye. Dergiden ayrılmam gerekiyordu çünkü. Dergide herkes tuhaf olmuştu. Dergimizin ismi “Bir Tebessüm” idi ama biz o sıralar tebessümü falan unutmuştuk. O kadar üzgündüm ki, eğitim için bile olsa içimden gitmek gelmiyordu. “Hocam gitme derseniz gitmem” dedim ama “Yapacak çok işimiz var Narince. Baş koyduğumuz işin ilmini alman lazım. İlim Çin’de de olsa gidip alınız diyor Peygamberimiz. Gidip yaptığın işin ilmini alacaksın” demişti. O öyle söyleyince gidebilecek gücü bulmuştum kendimde. Hiç unutmuyorum Malatya’ya gidip yurda yerleştiğim ilk gün, o kadar garip, o kadar yabancı hissediyordum ki kendimi, “Neden geldim ki?” diye kendimi ve verdiğim kararı sorgularken çaldı telefonum. Kerim hocamla eşiydi arayan. Sanki telefon beklediğimi bilircesine, “Ne o Narince? Seni oralarda yalnız bırakacağımızı mı zannettin? Arkandayız. Derslerine odaklan” demişlerdi. O kadar mutlu etmişti ki bu beni, bu ayrılıklar, bu çileler karşılıksız kalmamalı deyip derslere dört elle sarılmış ve bölümümü birincilikle bitirmiştim. Sevginin böyle gizil bir gücü vardı işte sevmeyenlerin asla tahmin bile edemeyeceği. Okul tatillerinde memlekete geldiğimde kendilerini görmeden dönmemi istemezdi Kerim hocamın eşi. Mutlaka evine davet eder, yemekler yapar öyle gönderirdi Malatya’ya. Tıpkı bir anne gibi. Bir anne evladına nasıl kol kanat gererse, o da öyle kol kanat geriyordu bana. Karı koca çok özel insanlardı. Hem de çok özel.  

Ama bir akşam evdeyken acı acı çaldı telefonum. Yıl 2011. Pek sık halimi hatırımı soran bir arkadaşım değildi arayan. “Hayrolsun” deyip korkuyla açtım telefonu. “Kerim hocayı kaybettik. Televizyonu aç” dedi telefondaki ses. Telefonu nasıl kapattığımı hatırlamıyorum bile. Televizyonu açtım ve isim benzerliği olması için dua ettim kalbim yerinden fırlayacak gibi olurken. Ya da onu ne kadar sevdiğimi bilen işgüzar arkadaşlarımın bana yaptığı bir eşek şakası olması için dua ettim. Ancak değildi. “Kahramanmaraş’ta katliam gibi kaza” başlığını gördüm. Hocamın ismini duydum ama beynimde kaç bomba patladı o an bilmiyorum. Sanki kalbime, ruhuma binlerce kurşun sıkıldı aynı anda. Öylesi bir acıydı ki anlatamam. Hayatımda öyle bir acı yaşamamıştım ben. Dünyadaki bütün renkler soldu bir anda. Simsiyah, kapkara bir yer oldu etrafım. Bütün güzel şeyler çirkinleşiverdi birden bire. Hem eşini hem de bizleri yapayalnız bıraktı zaten zor güç dayandığımız hayatın tam orta yerinde.

Ertesi gün bütün sosyal medya hesaplarımda “Narin Demirci” yazan ismimi, “Narince” olarak değiştirdim. O gün bu gündür hem şiirlerimde hem de sosyal medya hesaplarımda “Narince” yazar. Gerçek ismimi “Narince” zannedenler de var haliyle. Protokol üyeleri çok zaman “Narince” diye hitap etmişlerdir bana ama ne kadar resmi bir ortamda bile olsam düzeltme ihtiyacı hissetmemişimdir. Hissetmem. Çünkü bana kim “Narince” dese, o sesleniyormuş gibi hissediyorum... Hâlâ…

Hiç ölmemiş gibi…
Hiç gitmemiş gibi…
Bizleri hiç terk etmemiş gibi…

Ve ona yazdığım şiirlerden o kadar çok gömmüşümdür ki mezarına, yağmur yağdığında o sözcükler ıslanıp süzülerek ona ulaşsın diye… Tıpkı kendisinin her zaman masama bıraktığı şiirlere cevap yazıyormuşum gibi…

Ve halen şiir lisanıyla konuşmaya devam ediyormuşuz gibi…

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..

Son Yazılar