Gazetecilere Hakkını Helâl Etmeyen Adam
Narin Demirci

Narin Demirci

Gazetecilere Hakkını Helâl Etmeyen Adam

23 Haziran 2025 - 00:19

Kahramanmaraş’ta gazetecilik yaptığım dönemdi. Bir zamanlar Kahramanmaraş Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış olan Fatih Mehmet Erkoç, o zaman AK Parti il başkanıydı. Ben de kendisiyle röportaj yapmak için randevu talebiyle iş yerinin kapısını çalmıştım. Gazeteye parti binasından daha yakın olduğu için iş yerine gitmeyi tercih etmiştim. Fakat Erkoç yerinde değildi. Masada oturan bir bey bana, “Gazeteci misin kızım sen?” diye sordu. “Evet. O yüzden röportaj için randevu almak için gelmiştim” dedim. Adam bana ne dese beğenirsiniz? “Kızım sen kapalı, hanım hanımcık birisine benziyorsun. Bırak bu gazetecilik işlerini. Bu işler bozuk insanların işi” demez mi? Başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. Adamın masasında ne var ne yok başına geçirmemek, haddini bildirmemek için kendimi nasıl tuttuğuma şimdi bile hayret ediyorum. Sadece “Peki siz çekilirseniz, ben çekilirsem meydan sizin bahsettiğiniz o bozuk insanlara kalmaz mı?” demiştim dişlerimi sıka sıka. Yıllar sonra kimseye aldırmadan yürüdüğüm yolun ne kadar doğru bir yol olduğunu bir kez daha anlıyorum.

Şöyle anlatayım…

Kıbrıs’ta öğrenci olduğum yıllardı. İletişim Fakültesi olarak hocalarımız sık sık söyleşilerle, konferanslarla, gezilerle bizi medya organlarının yetkin isimleriyle; bilgisine, mesleki olgunluğuna güvendikleri kişilerle bir araya getirirlerdi. Bir gün Kıbrıs televizyonlarından biri olan Kanal T’nin haber sunucularından biri geldi söyleşiye. Genç gazeteci işimizin ehemmiyetini fark ettirebilmek adına bizzat şahit olduğu bir olayı paylaştı bizimle. Kıbrıs’ta yaşanan bir olayın faili olarak gösterilen kişiyle (Bay X diyelim biz o kişiye) röportaj yaptığını ve olayın görünmeyen gerçekliğini anlatmıştı. Gazetecinin anlattığı o olayı aktarayım size.

Bir gün Kıbrıs’ta tecavüz olayı yaşanıyor. O olay nedeniyle Bay X gözaltına alınıyor. Adliye çıkışında elleri kelepçeli halde boy boy şahsın fotoğraflarını çeken gazeteciler, adamı “Tecavüzcü” diye afişe ederek manşet yapıyorlar. Aradan ne kadar zaman geçiyor bilemiyorum tabii. Bay X’in suçsuz olduğu adli tıp raporları da dahil olmak üzere her türlü ispat ediliyor. Şahsın gözaltına alınmasına neden olan şey ise sadece olay mahalline yakın bir yerde kameraya takılmış olması ve birinci dereceden şüpheli olarak gözükmesi imiş. Tabii suçsuzluğu anlaşılınca mahkeme kişinin beraatine karar veriyor. Bay X serbest kalınca ailesine koşuyor hâliyle. Ancak annesi ve babası şahsa, “Sen bizim evladımız değilsin” deyip reddediyor. “Anneciğim, babacığım bakın mahkeme kararı da burada, olayla hiçbir alakam yok. Gerçekler ortaya çıktı. Ben suçsuzum” dese de, anne-baba, “Suçsuz olman önemli değil. Sen bir defa tecavüzcü olarak anıldın. Bu değişmez. Bize tecavüzcünün anne-babası diyecekler. Artık bizim evladımız değilsin” diyor. Ve suçu olmadığı halde tecavüzcü ilan edilen kişi, röportajını yapmaya giden Kanal T’nin genç gazetecisine şu ifadeyi kullanıyor, “Benim ne ailem ne arkadaşlarım kaldı. Kimsem kalmadı benim. Medya beni bitirdi. Ben gazetecilere hakkımı helâl etmiyorum.”

Dersimize giren kıymetli hocalarımızdan biri olan Halil Duranay’ın derse girdiği ilk gün, ilk dakika söylediği söz, “Gazeteci vicdanlı olmalı. Gazeteci olabilirsiniz ama önce insansınız, vicdanlı olmalısınız. Bunu sakın unutmayın” idi. Bu sözü niçin söylediğini olayı dinlediğimde daha iyi anladım. Ve beynime mıh gibi çakılan bu cümleyi o gün bu gündür hiç unutmadım. O kadar kıymetli ve sorumluluğu büyük bir iş ki gazetecilik, bakmayın siz iş bilmez ama boş laf üretenlerin boş teneke sesi çıkardıklarına. En az doktorluk kadar, avukatlık kadar, mühendislik ve dahi birçok meslek kadar mühim bir iş yapıyoruz. Hatta bir doktor yanlış neşter vurduğunda bir kişiyi öldürürken, bir gazeteci yanlış bir hamlesinde birçok kişiyi, bir kitleyi öldürebiliyor. Ki öldürüyor. Görüyoruz.

Masumiyet karinesine göre suç mahkeme kararınca ispat edilmediği sürece kimse suçlu ya da hükümlü olarak değerlendirilemez. Kaldı ki çarşaf çarşaf ifşa etmek… Hani gazetecinin masumiyet karinesi ilkesi? Nerede? İnsanlık nerede insanlık? Velev ki hukukta böyle bir ilke, böyle bir madde yok. Siz kendi vicdan mahkemenize bir sorun bakalım doğru bir iş mi yapıyorsunuz? Hukuku, yargıyı geçtim, suçu ispatlı olmayan kişiye nasıl suçlu muamelesi yaparsınız? Haberciliğin en önemli kurallarından biri değil mi delilsiz, ispatsız haber yapmamak? Siz sadece hukuku değil kendi mesleğinizi de hiçe sayıyorsunuz. Düşünmeden, muhakeme etmeden çalakalem gazetecilik yapıyorsunuz. Ne güzel iş (!).

Hakkını helâl etmemekte haksız mı Bay X? Yaşarken öldürdüler onu, hayatını kararttılar. Bu mezara girmekten daha beter bir ölüm inanın. Geleceğini bitirdiler. Beraberinde ailesini ve akrabalarını da katletmiş oldular. Şahsı ailesiz bıraktılar, ailesini de evlatsız ve kardeşsiz. Akrabalarını ve arkadaşlarını da ona keza. Yaşanan Medya’nın toplu bir katliamı değil de nedir?

Bir kelimeleriyle, cümleleriyle yahut bir hamleleriyle bu kadar domino etkisi yaratacaklarını bilmelerine rağmen pervasızca kullanıyorlar kalemlerini, ekranlarını, beyaz perdelerini. Maksat daha fazla para, daha fazla şatafatlı hayat. Metalaşan kadınlar, metalaşan erkekler, metalaşan ve değersizleşen değerler. Bir şeyler pompalanıyor medyayı içine alan reklam ve sinema gibi sektörlerden. Hepsi de aynı amaca hizmet ediyor. Mânânın içinin boşaltıldığı bir sistemin içindeyiz yıllardır.

Sinema ve dizi sektörünü ele alalım mesela. Bütün ekranlar biscolata erkekleriyle dolu. Hani şu üçgen vücut dedikleri, baklavalı erkekler. Kadınlar da sıfır beden olmak zorunda. Hatta sıfırın altına inerse daha da iyi olur onlara göre. Zayıflıktan, sıskalıktan ölecek derecede olan bir vücut yapısı enjekte ediliyor. Yapımcılar bunlar haricindeki vücut yapısına neredeyse iş vermez oldu. Hele ki başrol? Ne mümkün. Yan roller var tabii, eğer oyuncunun şansı yaver gidip de ünlü bir anne-babadan dünyaya gelmişse şayet.

Yahu iğrendik artık gerdirilmiş yüzlerden, şişme dudaklardan, yanaklardan, kaburgası alınmış bellerden bıkınlardan, sıska kadınlardan. Ve üçgen dedikleri, hiçbir normalitesi bulunmayan saçma sapan vücut şekillerinden. O kadar fazla üçgen olmayan ama şimdiki üçgenleri matematiğin dört işlemiyle çarpıp, bölüp, toplayıp çıkartacak yakışıklı aktörler var ki. Tek tip olmamaları kendilerine özgü bir “karizma” demektir zaten. Çünkü en güzel karizma özgünlüktür. Şahsına münhasır bir enerjidir, özelliktir bu.  

Şahsına münhasır, özgün bir enerjinin kişide nasıl muhteşem bir etki yarattığından bahsetmek istiyorum biraz. 11 dalda Oscar ödülü kazanmış Titanic filminin kadın başrol oyuncusu Kate Winslet’in bir röportajını okumuştum yaklaşık bir yıl kadar önce. Filmden sonra basın tarafından kilosu yüzünden nasıl linç yediğinden bahsediyordu. 20 küsür yıl sonra yapmış olduğu bir itiraftı bu. İngiliz basını Winslet’i Titanic filminde “kilolu” bulmuş ve hedef tahtasına oturtarak kadına resmen psikolojik şiddet uygulamışlar o dönem. Hâlbuki kime göre kilolu, neye göre kilolu? Kim neyin standardını belirliyor? “Basın bana zorbalık yaptı” diye anlatıyordu o yılları güzel oyuncu. Bakın röportajın bir kısmında da şu ifadelere yer veriyor:

"Dürüst olmak gerekirse kendimi oldukça zorbalığa uğramış hissettim. Sadece 'Tamam, bu korkunç bir şey ve umarım geçer' diye düşündüğümü hatırlıyorum ve kesinlikle geçti ama aynı zamanda ünlü olmak buysa, ünlü olmaya hazır olmadığımı fark etmemi sağladı. Oldukça fazla kişisel fiziksel incelemeye maruz kaldım ve oldukça fazla eleştirildim. İngiliz basını aslında bana karşı oldukça kaba davrandı. Görünüşe göre çok şişmandım. Korkunç değil mi? Bana neden bu kadar kötü davrandılar? O kadar acımasızlardı ki. Şişman bile değildim. Zamanı geri alabilseydim, sesim bambaşka çıkardı. Gazetecilere cevap verirdim, 'Bana böyle davranmaya kalkmayın, ben genç bir kadınım, vücudum değişiyor' derdim. Bu, zorbalık ve taciz diyebilirim."

Dış çevrenin darbesi ölümcüldür. Bir yumurta düşünün. Dışardan aldığı darbe ölüm, içerden gerçekleşen kırılma ise yaşamdır, yepyeni bir hayattır, gelişim, dönüşümdür. Böyle durumlarda kişinin kendisini koruma altına alması lazım psikolojik olarak. Etkilenmemeyi başarması lazım Winslet gibi. Bir filme 11 dalda Oscar ödülü kazandıracak bir başrol de paylaşmış olsan, dünya starı da olsan bir kalıbın içine sokulmak isteniyorsun maalesef. O yüzden senin ne istediğin önemli, dışarının ne istediği değil. İçe dönmek lazım tıpkı Mevlana’nın dediği gibi:

“Bir can var canında o canı ara
Beden dağındaki gizli mücevheri ara
Ey yürüyüp giden dost, bütün gücünle ara
Ama aradığını dışarıda değil
Kendi içinde ara”

Ehliyetsizlik ve liyakatsizlik, keza para hırsı yüzünden yapılan bu adaletsizlikleri kaldıramaz bu ülke. Yazık bu gençlere! Çok yazık. Yok benim stilim, yok gelinim olur musun, damadım olur musun, biri bizi gözetliyor, şunun popstarı, bunun bilmem nesi diye diye mahvettiler güzelim toplumu. Özellikle de gençleri.

Lütfen gençler! Kendi ışığınızın farkında olun ve kimsenin bunu köreltmesine izin vermeyin. Medya da dahil olmak üzere kimsenin dış gürültüsüne kapılmayın. Siz içinizden kendi şarkınızı söyleyin. Kimsenin beklentisini karşılayamayız. Sürekli yetersizmiş hissi aşılıyorlar. Evet yetersiziz. Hepimiz bir şeylerde yetersiziz. Bunun sonu yok. Çünkü insanız biz. Yetersizlik ve hatalar bizim için. Önemli olan bunun farkında olup, kimsenin beklentisini gidermenin peşinde olmayıp kendi iç huzurumuzu yakalamak. Emin olun bu sayede içimizdeki oluşan huzur ve ışık dışarda başkalarına da ilham olacak. Başkasının istediği gibi değil kendi istediğimiz gibi olduğumuz zaman mutlu olacağız. Kendi değerimizi yücelttiğimiz zaman. Bir karar alırken şunu sormak lazım insanın kendi içine, “Bunu gerçekten ben kendim mi istiyorum? Yoksa başkalarının istediğini kendi isteğimmiş gibi mi algılıyorum?” Bunun ayrımına varamazsak, hayatımız boyunca kaybederiz, yok olur gideriz. 

Bakın medya bir insanı daha yok etti. Medyanın şaklabana çevirip kullandığı, üzerinden prim yaptığı ve posasını çıkardıktan sonra da katlettiği 30 yaşındaki gencecik bir insan daha kurban oldu sisteme. Yeme bozukluğu nedeniyle 25 kiloya kadar düşen ve kendisini toparlayamayan Nihal Candan… Derdi neydi? Kendi ifadesiyle “Fit kalmak.” Peki neden fit kalmak istiyordu. Neye göre fit, kime göre fit? Bu fitliğin ölçüsü nedir? Ya da herkes fit olmak zorunda mıdır? Tornadan mı çıkmak zorunda bedenler?    

İnsanları ekranlarda maymuna çevirip, kanlarına ekmek doğruyorlar. Yazık bu gençlere, yazık bu topluma…

Ve yazıklar olsun insanların kanından beslenen medya vampirlerine…

Yazıklar olsun sırf tıklanma kaygısıyla sanatçı kisvesi altında her türlü edepsizliği yapanların her türlü eylemini haber sitelerinde, gazetelerinde yayınlayan ve artık her türlü edepsizliği sorumsuzca meşrulaştıran, gençlere kötü örnekleri yaygınlaştıran gazeteci ve medya patronlarına…

Yazıklar olsun gündüz kuşağı adı altında her türlü pisliğin, ahlaksızlığın pervasızca meşrulaştırılmasına göz yuman yetkili kurumlara…

Yazıklar olsun RTÜK’e…

Ve meslek bilinciyle hareket etmeyen böyle pervasızları gazeteci olarak tanıyan, onlara önceki ismiyle sarı ama artık turkuaz basın kartı vermeye hak gören, üstelik meslek etiğiyle haber yapmayanları takip edip sürücü ehliyetine el koyulduğu gibi gazetecilik ehliyetine yani “basın kartına el koymadıkları” için İletişim Başkanlığına da yazıklar olsun…

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..

Son Yazılar