2000’li yıllar… Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra ABD’deki San Francisco Üniversitesinde yüksek lisansına başlayan ve bitirmeye 6 ay kala kesin bir kararla Türkiye’ye dönen 23 yaşında bir genç adam. Dönüş sebebi ise yüksek lisans eğitimi sırasında Silikon Vadisindeki gözlemleme fırsatı yakaladığı start-up ortamı sayesinde kafasının içini meşgul edip duran projesini bir an önce hayata geçirme isteği. Peki neydi bu start-up? Aslında temelde bir girişimcilik projesi olsa da önemli farkları var. Mesela benzersiz projeleri hayata geçirmek için kurulmuş olmaları bunlardan biri tanesi. İhtiyaca yönelik ya da mevcut problemi ortadan kaldırmaya ve yeni bir yaklaşımla boşluğu doldurmaya yönelik de olması gerekiyor ayrıca. İşte bu genç adam da yurt dışındaki gözlemlerinden ilham alarak Türkiye’nin ilk çevrimiçi yemek sipariş sitesi olan Yemeksepeti.com’u dört ortağıyla birlikte kuruyor 2001’de. Evet sözünü ettiğim kişi Nevzat Aydın’dan başkası değil.
Aslında sizlere “Yemeksepeti şunları yaptı, bunları yaptı” gibi şeyler değil de “Yemeksepeti yaptığı şeyleri nasıl yaptı?” gibi şeyler söylemek istiyorum. Neyin yapıldığından ziyadedir nasıl yapıldığı. Çünkü şartlar kişiliği ortaya çıkarır. Çok nezih, çok refah, şartların oldukça işlevsel olduğu bir ortamdan doğan “çıktı” ile şartların oluşmamış halindeki “çıktı” aynı olamaz elbette. Nevzat Aydın’ın da Türkiye’nin ilk çevrimiçi yemek sipariş sitesi Yemeksepeti.com’u Melih Ödemiş, Gökhan Akan ve Cem Nufusi ile birlikte 40 metrekarelik bir odada 80 bin dolara kurduğu zamanki şartlara bakmak lazım. Elbette çok riskli bir alana adım attılar dört ortak. Çünkü o dönemde internetle haşır neşir bir ülke değildi Türkiye. Sadece merhabalaşmıştı. Selamlaşmanın ötesine geçmemişti ülkenin internetle olan muhabbeti. Birçok evde, işyerinde, ortamlarda internet yoktu. Hatta kuracakları şirketlerinin göbek bağıyla bağlı olacakları, organize iş yapacakları restoranların dahi internetleri yoktu. Ve interneti olmayan bir alanda internetten yemek siparişi portalı oluşturmak aşırı çılgınca değil mi sizce de? Tahmin ediyorum ki oldukça fazla “deli” diyenler olmuştur bu dörtlüye. Ancak anlaşılmayan ruhlara deli denilmesi âdettendir ya, sanırım ondan olacak çok da etrafın ne söylediğine aldırış etmeden devam ediyorlar yollarına. Hiçbirinin restoran ya da yemek sektörüyle herhangi bir ilgisi olmamasına rağmen farklı bölümlerden mezun olan bu çılgın gençler, ailelerinden topladıkları parayla kuruyorlar şirketi. Çünkü başka yerden hiçbir şekilde destek alamıyorlar. Şirketin kurucu ortağı ve CEO’su Nevzat Aydın bizzat konuyla ilgili, “Yemeksepeti hikâyesine baktığımızda hiçbir destek yok. Devletin herhangi bir kurumunun desteği yok, kredi yok, lisans yok, birilerinden, bakanlıklardan özel izinler yok. Hakikaten hikâye sıfırdan” diyor mesela. Hiçbir başarı kolay başlamıyor aslına bakarsanız.
Nevzat Aydın kuruluş hikâyelerinden bahsederken tek katmanlı bir zorluktan da bahsetmiyor üstelik. Üç ikna aşamasından bahsediyor ve şöyle söylüyor, “Biri ortakların. Ortak olarak düşündüğün, hakikaten projeye değer katacağına inandığın arkadaşlarını yanına almak için onları ikna etmen lazım. İkinci kısım restoranları ikna etmek. Restoranların zaten internetle falan alakaları yok. Yatırım yapmayız buna diyor. Onları ikna etmek çok zor. Üçüncü parti de kullanıcılar. Bu üç partiyi ikna etmek kolay değildi.”
Önce interneti bulunmayan restoranları ikna etmeleri ve çevrimiçi hale getirmeleri gerekiyordu ki, yaptıkları işin karşılığını alabilsinler. Yanlış anlaşılmasın maddiyattan bahsetmiyorum henüz. İşin yürümesinden hatta emeklemeye başlamasından bahsediyorum. Onlar da önce bu sıkıntıyı gidermek için kolları sıvıyorlar doğal olarak. Ortaklardan Melih Ödemiş o çetrefilli süreci, “Biz siparişi restorana faksla iletiyorduk başta. Çünkü o zaman restoranda internet yok. Siparişi biz internetten alıyoruz, internete bağlıyız ama restoran internete bağlı değil. Restorana faksla gönderiyoruz. Sonra telefonla arayıp restorana ‘Faksı aldınız mı?’ diyoruz. Böyle amele bir yöntem var. 2004’e kadar temelde böyle gitti” cümleleriyle anlatıyor yıllar sonra. Durumun çözümü içinse internete bağlı bir yazıcıya ihtiyaçları olduğuna dikkat çekerek şöyle devam ediyor, “Bir de bize geri aldım sinyali verebilecek basit bir cihaza ihtiyacımız var. Düşünüyoruz yapılır mı böyle bir cihaz? Yapılır. Pos geldi aklımıza. Bir pos şirketinin Türkiye’de operasyonu vardı. Onlarla birlikte yazılım geliştirdik. Onlar posun üstündekini yazdılar, biz dışındakini yazdık. Ve restoranlara koyduğumuz poslarla biz restoranları online hale getirdik. Böylece restorana zaten var olan küçücük pos cihazından bir tane daha koyduk. Hatta restorandaki sorunlardan bir tanesi de gürültülü bir ortam. Ve mutfağa yakın olması lazım cihazın ki oralarda bir yerlerde kaybolmasın. O cihazların hiçbirinden ses çıkmıyor. Biz gittik Karaköy’den arkasına ambulans sinyaline benzer ışıklı ve ses çıkaran bir şeyler koyduk. Sipariş geldiğinde o ötüyordu. Sonra onlar da bir tuşa basıp bize onay veriyordu. Bugün hâlâ Delivery Hero’nun kullandığı yöntem bu. Biz 2004’te yaptık bunu. Hâlâ aynı şekilde devam ediyor.”
Sırf siparişlerin verilebilmesi için bu kadar emek veren, zahmet çeken ekip, ilk siparişi de kendilerine vermeyi ihmal etmiyor tabii. Çünkü kendilerini kasarak iş yapmak yerine hayatın zevkini alarak iş yapmayı yeğliyorlar. İlk siparişleri ne mi dersiniz? Tabii ki pasta. Kutlama pastasını, kendi şirketlerinden verdikleri ilk siparişle kesiyorlar. Zaten “Eğlenmeye çalıştık şirkette… O sektörde zaman geçirmekten keyif alacağım ve bir şeyler öğreneceğim sektörleri seçiyorum” diyor Nevzat Aydın ve “Doğru ekiple, doğru iş modeliyle ısrarla böyle aynı duvara tekrar tekrar vurarak Yemeksepetini başarılı yaptık” ifadelerini kullanıyor. Hani “Önce yoldaş sonra yol” derler ya büyükler, işte öyle bir şey…
Etrafta yatırımcı dahi bulamıyorlardı ama yollarına devam ediyorlardı onlar. Önlerine bakıyorlardı. “Pek bir yatırımcı yoktu ki. 2-3 tane vardı. Biz kime gitsek pek ciddiye almadılar” diyor Nevzat Aydın. Derken çevrenin bakış açısıyla “umut vaat etmeyen” şirket için kuruluşundan 6 ay sonra ilk teklif Telsim’in sahibi olduğu Uzan Grubundan geliyor. Teklif edilen rakam 3 milyon dolar. Herkes “Deli misin abi. Sat” derken onlar bir çılgınlık daha yapıyorlar ve satmıyorlar şirketi. Aydın, yıllar sonra bu konu hakkında, “İlk onlar geldi hakikaten. Geçen Cem Uzan yazmış. ‘İyi ki almamışız. Çocuklar büyüdü’ falan demiş” cümlelerini kullanıyor. Ama gerçek başarının ne olduğunu ise şu cümlelerle anlatıyor, “Şimdi Yemeksepeti’nin başarısı falan diyorlar ya böyle, cebinde 300-500 bin dolar varken 500 milyon dolarlık teklife hayır demektir bence başarı. İnsan bir banka hesabına bakar değil mi? Kaç paran var da 500 milyon doları gördün mü hiç bir arada da ‘Hayır’ diyorsun diye. Hayır dedim tabii. Dalga mı geçiyorsun falan diye maillerim var işte pazarlık yaparken karşı tarafla. Zaten onlara hayır demezsen teklif yükselmiyor. Biz 100 milyon dolarlık teklife ‘Evet’ deseydik zaten satmıştık 100 milyon dolara.”
İlk 5-6 yıl hiç kâr etmiyorlar ve şirket para kazanmadığı için ortaklar ailelerinin yanında yaşamak zorunda bile kalıyor. “Kendi adıma çok zorlandım” diyen Melih Ödemiş şöyle anlatıyor yaşadığı sıkıntıyı, “Boğaziçi Bilgisayar diploması var cebimde. Üstüne Boğaziçi MBA yaptım. 2002’de onu da bitirdim. Herhangi bir yerde çalışsam o zamanın maaşıyla rahat 2-3 bin dolar para kazanırım ve 2005’te 29 yaşında hâlâ annemle, kardeşimle yaşıyorum. 13 yaşında girdiğim odada hâlâ yaşıyorum ve para kazanmıyorum. Bunun psikolojik yükü inanılmaz bir şey. Bizim öğrendiğimiz şey evet ekip iyi olacak, fikir iyi olacak, pazar müsait olacak falan ama sebat oradaki anahtar kelime. Biz kendi adımıza bir şey yaptıysak sebat ettik, çalıştık.”
Ortakların hareket noktalarına bakılırsa Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in “İşi ehline veriniz” hadisi şerifinin de hikmetini anlamamak işten bile değil. Zira sebat etmenin yanı sıra yaptıkları çok güzel bir şey daha var. O da yapılacak işe en uygun kişiyi seçmek. Nasıl olduğunu Ödemiş bize, “Cem bizi çok iyi tamamlıyordu. Ne Nevzat ne de ben Cem’in yaptığı restoranlarla birebir gidip bir görüşme yapmadık. Yüzlerce, binlerce restorandan bahsediyoruz. Türkiye’nin bir sürü yerinden bahsediyoruz. Bunun içinde her türlü demografik yapı var. Cem, insan ilişkileri bizden çok daha iyi olan bir adamdı. Ben bilgisayar karşısında olmaktan çok daha mutluydum. Nevzat daha arada. Biz yapamazdık Cem’in yaptığını” ifadeleriyle anlatıyor.
“Öyle mailler geliyordu ki bize, o mail adresine 12 sene falan ben baktım. Kullanıcıların yorumları nedir, ne değildir? Canlı Chat’i açtık, konuşmaları okuyordum akşam. Anlamaya çalışıyordum kullanıcıyı” diyor Nevzat Aydın ise. Düşünsenize her akşam bütün kullanıcıları tek tek takip eden bir zihin. Hatta konuşması sırasında gece uykusundan kalkıp saatlerce kullanıcı yorumlarını okuduğunu da söylüyor. Beynine öyle nakşedilmiş ki röportajlarından birinde dinlediğim bir olay beni oldukça etkilemişti. Yemeksepeti kendini ispatlayıp artık kayda değer bir şirket haline geldikten sonra, bir ortamda Nevzat Aydın’la tanışan birisi Yemeksepeti’nin ilk kullanıcılarından olduğunu söylüyor ona. Aydın, kişinin ismini sorup “Mümkün değil olsa hatırlardım” demesine rağmen, şahıs ilk kullanıcı olduğunu iddia ediyor. Aydın, bunun üzerine ilk yılların kullanıcı listesini çıkarttırıyor sistemden. Gerçekten de şahsın ilk kullanıcılardan değil yıllar sonra üyelik gerçekleştiren bir kullanıcı olduğu ortaya çıkıyor. Sürekli kullanıcı yorumu okumaktan, yanlış hatırlamıyorsam ilk 5 bin kullanıcı adının halen hafızasında olduğunu söylüyordu. Düşünebiliyor musunuz? Uykularından feragat edecek kadar kendisini yaptığı işe adamak… O vakit her ortamda iddialı çıkışlar da yapabiliyorsunuz haliyle… “Olsaydınız hatırlardım” deyip haklı çıkabiliyorsunuz mesela.
Artık internetin oldukça yaygın olduğu hatta internet bağımlısı olduğumuz şu günlerde gayet olağan bir sektör olarak algılansa da, ortaya çıkış dönemine bakıldığında oldukça sıra dışı bir proje, olağan dışı bir girişim aslında Yemeksepeti. Bunu zaten projenin fikir babası Nevzat Aydın da dile getiriyor. Şirketin başarı hikâyesine göz atacak olursak Aydın’ın kullandığı bir cümle dikkatimi çekiyor. Diyor ki, “Tabii ki Yemeksepeti o dönem için kendine has ve çok yenilikçi bir projeydi. Ama ben Yemeksepeti değil de başka bir şey de yapıyor olsaydım çok başarısız olmazdım gibi geliyor. Çünkü aynı kafayla o işi yapacaktım yani.”
“Aynı kafa” ifadesi sanırım kırmızı kalemle altı çizilmesi, etrafına yıldızlarla işaretler koyulması gereken bir nokta. Çünkü üzerine gidilmek istenen proje âlâmeti farika da olsa, onu hayata geçirecek olan beyin gücü daha etkili ve daha mühim. Zira kötü bir makinistten iyi bir yolculuk hikâyesi çıkması mümkün değil.
Peki tabiri caizse Yemeksepeti’nin makinisti Nevzat Aydın’ın “kafa” yapısı nasıldı dersiniz? Yazının başından beri bahsettiğim birçok sebep var aslında ancak öyle bir hususiyeti var ki sadece iş hayatında değil kişinin sosyal hayatında da rehber niteliği taşıyabilecek bir özellik. Nedir o? Bir mesel geliyor aklıma konuyla ilgili, bahsetmek isterim… Bir gün iki kurbağa süt kazanının içine düşmüşler. Çırpınmışlar, çabalamışlar çıkmak için ama nafile. Onların bu çabasını görenler de “Boşuna uğraşmayın. Oradan çıkamazsınız” diye söyleniyorlarmış onlara. Kurbağalar bakmışlar ki olacak iş değil birisi pes etmiş ve “Buradan çıkamayacağız, nasılsa öleceğiz” demiş ve kendini sütün derinliğine bırakarak boğulmuş. Ama diğeri çırpına çırpına sütün yüzü kaymak bağlamaya başlamış. Ve bir müddet sonra kaymağın üzerinden zıplayıp çıkmış kazandan. Etrafındaki “Çıkamazsınız, uğraşmayın” diyenler şaşırmışlar bu duruma. Kurbağanın çevresini sarıp, “Sen oradan çıkmayı nasıl başardın?” diye sormaya başlamışlar şaşkınlık içinde. Çevresinde herkes merak içinde sorular sorarken, kurbağa kimseye tepki vermiyormuş. Etrafındakiler o an anlamışlar ki kurbağa aslında sağırmış… Kulakları duymayınca çevresindeki olumsuz telkinlerden de etkilenip kendisini bırakmamış haliyle.
Bazen işitmemenin ya da duymazdan gelmenin böyle tılsımlı bir gücü var. İşte Nevzat Aydın da böyle bir tavır sergiliyor etrafına karşı. “Yemekçi diyorlardı bana. Yemekçi diyerek beni aşağıladığını düşünüyor. Ben gayet memnunum” diyor mesela. Çevresinde olumsuz enerji yayan bütün seslere kulaklarını tıkıyor. Çünkü memnun insan mutlu insandır. Dolayısıyla kişinin kendisi memnunsa diğerlerinin aşağılayıcı ifadesinin pek de anlamı kalmıyor. Ve şunları da ekliyor sözlerine, “Hayatımda hiç zorunda olduğum için bir şey yapmak istemedim. Yani para kazanmak da öyle bir şey benim için. Para kazanmak için bir şey yapmadım hayatımda. Düzgün bir şey yapayım, başarılı olayım. Zaten ardından para mutlaka gelecek dedim ve geldi.”
Böyle vizyoner bir bakış açısıyla türlü zorlukların içinden sıyrılarak büyük başarılara imza atan bir şirketin dediğim gibi makinist koltuğunda oturan bu isim, iş dünyasında çok sık rastladığımız ve işverenlerin “Tecrübeli personel” arayışına da göndermede bulunuyor. Çalışma arkadaşlarında bulunması gereken “Zekâ, Yetenek, Bilgi ve Güven” dörtlüsünün içinden “Güven”i tutup ilk sıraya yerleştiriyor ve “Açık ara güven” diyerek devam ediyor, “Ortak başarı ve aynı hedefe gitmek dediğinde zekâ güvenden geride kalır bence. Tecrübenin gereğinden fazla abartıldığını düşünen bir adamım. Ben bilgisayar mühendisliği mezunuyum ama bilgisayar mühendisliği yapmadım yani. Ben öğrenebilen bir insanın zaten her şeyi birkaç ay içerisinde öğrenebileceğini düşünüyorum.”
Ve yıl 2015… Bir gün sabah “Artık çok buraya gelmek istemiyorum, bu toplantılara girmek istemiyorum diye hissettiğimde ayrılırım derdim. O zamanın geldiğini düşündüm. Hayat nefis bir şey. 9 bin kişinin sorumluluğu üzerimde. Günde 70 ile 90 arası karar veriyordum. Hiç kolay değildi yani” diyerek satış kararı alıyor. Yemeksepeti 2015 yılında şirket bünyesine 12 bin restoran katmış, 50 milyon yemeği kullanıcısına ulaştırır ve 10 farklı ülkeye hizmet götürür noktada zirvedeyken, Almanya merkezli global online yemek sipariş platformu Delivery Hero’ya 589 milyon dolar karşılığında satılıyor.
Ancak veda zamanı şirkette müthiş bir coşku hakimdir. Hiç kimse yerinde duramıyor herkes sevinçten çıldıracakmış gibidir. Sebebini merak ediyorsanız hemen söyleyeyim? Hem de “Çok iyi bir ekiptik. O gün çok iyi bir gündü. İki tane oğlum var benim onlar doğdu. Onların doğduğu günler çok ayrı. Ondan sonra her halde en keyif aldığım gün oydu” diyen Nevzat Aydın’ın kendi ağzından… Diyor ki, “Şirkette sevinç ortamı var. Bunu paylaşmamız gerekiyor tabii ki. Hakikaten çok çok değişikti yani çok güzeldi. Sarılanlar, ağlayanlar falan. Mektup yazanlar sonrasında. Evine gittiğinde o gün ailesiyle beraber fotoğraf gönderenler. 148 kişi 27 milyon doları bölüştü. Bir de her çalışana birer maaş ikramiye verdik. Yani herkes bir şekilde sevindi. Instagramda arkadaşız tabii hepsiyle. Instagramı bir açıyorum herkes yurt dışından bildiriyor. Herkes parayı yemeye başlamış. Komikti yani bayağı.”
Böyle yüklü bir meblağı çalışanlarına paylaştırmak da eşine nadir rastlanır bir davranıştı tabii. Dünyada sadece birkaç örneği var…
Eğlenerek sevdiği işi yapan insanların, işini eğlenerek noktalaması da kişinin eylemleriyle söylemlerinin bir olduğunu göstermiyor mu sizce de? İnandığı şeyi yaşadığını… ve yaşadığı hayatı şeyi laf olsun diye yaşamadığını…
Yemeksepeti’nin hikâyesi hâlâ devam ediyor elbette… başka bir elde, bir başka şekilde…
Bize düşen doğma ve büyüme hikâyesini aktarmaktı… Bu kadarını yaptık…
Başka güzel hikâyelerde buluşmak umuduyla…
Kalın sağlıcakla…


YORUMLAR