6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinin ardından geçtiğimiz günlerde İstanbul’da meydana gelen deprem, toplum olarak depreme ne kadar hazırlıksız olduğumuzu bir kez daha gözler önüne serdi. Konut kiralarındaki yüzde 100’ü aşan artışlar, otobüs bilet fiyatlarının 3 katına çıkarılması gibi birçok unsur fırsatçılığın ulaştığı boyutu acı bir şekilde gözler önüne serdi. Çünkü bu sorun sadece İstanbul’a özgü değil maalesef. 6 Şubat depremlerinin ardından bu yana Kahramanmaraş’ta da durum farklı değil. Kiralar, gıda fiyatları, ulaşım ücretleri arttıkça artıyor. Peki, bu durum bize ne anlatıyor dersiniz?
Hepimiz de çok iyi biliyoruz ki depremler doğal afetlerdir ve ne zaman, nerede olacağını tam olarak kimse bilemez. Ancak binaların yıkılması, can kayıplarının artması doğal değil elbette. Bunlar tam anlamıyla ahlaki çöküntünün ve denetimsizliğin bir sonucudur. Müteahhitlerin "bir kolon eksik olsa ne olacak" zihniyeti, denetçilerin "görmeyen (!), görmek istemeyen gözleri", belediyelerin "dosya tamam" deyip onay verilmemesi gereken yapılara onay vermeleri... Hepsi bir araya gelince ortaya ölüm tuğlalarından örülü binalar ortaya çıkıyor. Çimentodan çalan, demiri eksik koyan, standartlara uymayan müteahhitler, bugün yıkılan binaların en büyük sorumlularıdır. Ve açıkça söylemeliyim ki katillerdir.
Hatırlayalım! “1999'da deprem vergileri nereye gitti?" diye sorduk, “2023'te KOSGEB kredileri kimlere peşkeş çekildi?” diye soruyoruz. Çünkü bu çürümüş zihniyet, sistemi de çürütmüş maalesef.
Japonya'da 6 şiddetindeki depremlerde insanlar gazetesini bile okuyabilecek kadar sakinken, bizde neden 6 şiddetindeki sarsıntılar da binalar yerle bir oluyor.
Cevabı aslında çok basit. Bizi deprem değil, ahlaki erozyon yıkıyor.
Çünkü orada denetim mekanizmaları işliyor. Çünkü müteahhitler kurallara uyuyor. Çünkü bir sisteme göre hareket ediliyor. En önemlisi de vicdanlı davranılıyor. Toplumları bilinçli. Bizde ise özellikle kurumlardaki ahbap-çavuş ilişkileri, denetimsizlik ve rant hırsı, her depremde yeni acılar yaşamamıza neden oluyor.
Bir örnek vereyim. Son depremde yıkılan binaların raporlarına bir göz gezdirmenizi istiyorum. Çürük demir, deniz kumuyla karılmış çimento, "proje değişikliği" adı altında yapılan eksik katlar... Ve en acısı ise bu binalara "yasal" izin verenler hâlâ görevlerinin başındalar. Oysa Japonya'da bir bina denetçisinin hatası yüzünden can kaybı yaşandığında, o meslek sahibi bir daha mesleğini icra edemiyor. Oralarda kurallar bu kadar katıyken bizde bu kadar lakayt olması, canlarımızın da bu sorumsuz insanlar ve sistemsizlik yüzünden yoktan yere heba edilmesi anlamına geliyor.
Ne acı ki, bugün belediyelerdeki yapı denetim birimleri, teknik ehliyetten ziyade siyasi kayırmacılıkla dolup taşıyor. Kimi denetçiler, “partiye hizmeti” mesleki kariyerinden önce tutuyor; kimisi ise “liyakat listelerinde” değil, “yakınlık sıralamasında” yer buluyor. Oysa bir binanın ruhsatı verilirken imzalanan evrak, aslında yüzlerce insanın can güvenliğine dair verilen bir senet niteliğinde. O yüzden bir can hassasiyetinde incelenmesi ve imzalanması gerekir evrakların.
Bu birimlerin tamamen bağımsız, bütçesi merkezi hazineden karşılanan ve sivil toplum kuruluşlarının raporlama yapabileceği uzman ekiplerden oluşması gerektiğini düşünüyorum. Mühendis odalarına sadece “danışmanlık” değil, “onaylama yetkisi” verilmeli. Bir inşaat projesi, en az üç farklı meslek odasından oluşan teknik kurul tarafından onaylanmadıkça ilk kazma vurulmamalı.
Bugün bir müteahhit kaçak kat çıktığında cebine attığı milyonlarca liraya karşılık, sadece 'törenle kesilen' sembolik para cezalarıyla kurtulabiliyor. Ya da göstermelik 3-5 yıl hapis yatarak ışık hızıyla tahliye ediliyor. Peki ya o kaçak katta hayatını kaybeden ailelerin hesabı kimden sorulacak?
İnşaat ruhsatına 'dosya tamam' diye onaylayan belediye memurundan, eksik malzemeye göz yuman şantiye şefine, denetim raporlarını 'görmedim' diyen müfettişten, 'bir kat fazladan ne olacak' diyen müteahhide kadar bu ölüm zincirinin tüm halkaları, kasten adam öldürme suçundan müebbetle yargılanmalı. Üstelik bu davalar, 'zamanaşımı' gibi hukuki kılıflara sığdırılamayacak şekilde düzenlenmeli. Çünkü bir binanın çökmesi sadece betonun değil, tüm sistemin çöküşüdür. Toplum olarak artık şunu anlamalıyız: Depremde her kayıp can için en az bir adli sorumlu vardır.
'Ucuz daire' hayaliyle çürük binaya talip olan her alıcı, aslında bu ölüm tuzaklarının finansörü konumundalar. Nasıl ki bir gıda ürününün son kullanma tarihine bakıyorsak, konut alırken de 'yapı ömrü' sorgulanmalı.
Aslında çözümü çok uzakta aramaya gerek yok. Mehmet Yüzbaşıoğlu'nun dediği gibi, 'Amerika'yı yeniden keşfetmeye gerek yok.' Depremle yaşamayı öğrenmiş ülkelere bakmamız yeterli. Yeter ki çözüm odaklı olalım..
ÇÖZÜM:
- DASK zorunlu sigortası kapsamına 'Yapı Güvenlik Karnesi' şartı getirilmeli, bu karnede binanın deprem performansı, malzeme kalitesi ve denetim geçmişi açıkça belirtilmeli.
- Bankalar, kredi vermeden önce mutlaka bu karnedeki puanı kontrol etmeli; 70 puan altındaki binalara asla banka kredisi verilmemeli.
- Emlakçılar ve müteahhitler, satış sözleşmelerine binanın teknik özelliklerini eksiksiz eklemekle yükümlü tutulmalı.
- Belediyeler, bölgelerindeki binaların güvenlik derecelendirmesini her vatandaşın görebileceği şekilde açık veri olarak yayınlamalı.
Depremde güvenli binada oturmak bir lütuf değil, temel vatandaşlık hakkıdır.
Deprem bölgesinde temel ihtiyaç maddelerine yapılan fahiş zamları sadece ahlaksızlıkla açıklayamıyorum. Bu, topluma karşı işlenmiş bir suçtur. İstanbul'da otobüs firmalarının bilet fiyatlarını 3 katına çıkarması, 6 Şubat Depremlerinde Kahramanmaraş'ta bir şişe suyun 50 liradan satılması, enkaz altındaki insanların canına kastetmekle eşdeğerdir.
ÇÖZÜM:
1) Afet vurgunculuğu TCK'ya yeni bir suç olarak eklenmeli ve bu suçun cezası en az 5 yıldan başlayan hapis cezası olmalı.
2) Belediyeler, afet dönemlerinde temel ihtiyaç maddeleri için acil fiyat denetim ekipleri kurmalı.
3) Fırsatçılık yapan işletmelerin ruhsatları derhal iptal edilmeli ve kamuoyuna isimleri açıklanmalı.
4) Vatandaşlar, cep telefonlarıyla anında şikâyet sistemine entegre bir uygulama üzerinden bu vakaları bildirebilmeli. Unutulmamalıdır ki, depremde enkaz altından çıkarılan her kaybedilmiş can, birilerinin cebine giren haksız kazançların bedelidir.
Deprem öldürmez, ihmal ve ahlaki yozlaşma öldürür. Binaları sağlam yapmadan önce vicdanları inşa etmeliyiz. Japonya’nın deneyimlerini örnek almalı, sorumluluk sahibi bir toplum olmak ve denetimleri etkin kılmak zorundayız.
Hatırlayın, 1999'da 17 bin can gitti. 2023'te 50 binin üzerinde insanımızı kaybettik. Eğer zihniyet değişmezse, bir sonraki depremde bu rakam 100 bini, belki de milyonları bulacak. Deprem öldürmez; rüşvetle çürütülmüş kolonlar, deniz kumlu betonlar ve ‘banane’cilik öldürür.
Son olarak!
Japonya depremle yaşamayı öğrendi de biz neden öğrenemiyoruz? Cevabı çok basit. Çünkü onlar teknolojiye güveniyor, biz ise "şansımıza" güveniyoruz. Oysa depremde şans olmaz. Ya bilim bizi kurtaracak ya da bu çürümüş, kokuşmuş zihniyet bizi toprak altına koyacak.
Kalın sağlıcakla…



YORUMLAR